14 Aralık 2007 Cuma

Futbolun Peşinde -5- ve son...





















FUTBOLUN PEŞİNDE -5- Kirpiler ve Yavruları 19 yıl önce Cebeci Stadı’ndaki Türkiye İkinci Ligi maçında uğradığımız 6-0’lık hezimete çok üzülmüşken, şimdi 19 Mayıs Stadı 2 No.lu Dış Saha’daki Amatör Süper Lige yükselme maçında aldığımız 3-0’lık farklı galibiyete seviniyorduk. Ve şimdi 19 yıl önceki bu sıra dışı maçı anımsarken ve anlatırken gülümsemekten kendimizi alamıyorduk. Çünkü bir taraftar, bir futbolsever için, yaşanmış tüm anılar bir mücevher gibi değerliydi ve her türlü sonucu içinde barındıran futbolun sihri biraz da buradaydı. Ve insan, aradan yıllar geçtikten sonra geriye dönüp bakınca yalnızca tuttuğu takımın değil, aynı zamanda arkadaşlarıyla birlikte yaşamış olduğu galibiyetlerin, yenilgilerin, atılan ve yenilen gollerin, sevinçlerin, üzüntülerin, kısacası anılarının da taraftarı olduğunu anlıyordu. Üzülmek ve sevinmek… Hayal ve gerçek… Birbirine zıt olan bu kavramların zaman zaman iç içe geçtiği yerlerden biri de tribündü. Orada bazen bu öyküde olduğu gibi hayal ile gerçek birbirine karışır; üzüntü ile sevinçler de ardı ardına yaşanabilirdi. Amatör kümeden Türkiye 2. Ligi’ne kadar yükselen ve sonra yeniden amatör kümeye dönmek zorunda kalan bir takımın peşinde, futbolun peşinde geçip giden yıllar… Aradaki fark neydi? Hiç! Evet, hiç! Özünde değişen bir şey var mıydı? Bence hayır! Çünkü ne olursa olsun futbol her zaman, her yerde futboldu. Göztepe, Edirnespor, Keşanspor, Kırklarelispor, Babaeskispor, Tekirdağspor, Çorluspor, Düzcespor, Erbaaspor, Çubukspor, Polatlıspor ve diğerleri… Futbolun peşindeki tribüncüler için profesyonel liglerde olmak, şampiyonluk ve “Süper Lig” rüyaları görmek elbette güzeldi. Ama yine de onlar için belirleyici olan en önemli şey, tuttuğu takımın hangi ligde oynadığı değil, tribündü; tribünde bulunmak, tribünü yaşamaktı. Futbol bir anlamda tribündü, tribün de futbol… Bundan birkaç yıl önce televizyonda Neşet Ertaş hakkında yayınlanan bir belgeselde, babası Muharrem Ertaş’ın her sabah kahvaltısını yaptıktan sonra duvarda asılı olan sazını alarak birkaç türkü çalıp söylediği; bunun Muharrem usta için bir görev, bir iş değil, tıpkı yemek, içmek, uyumak gibi çok doğal bir ihtiyaç olduğu anlatılmıştı. Bana öyle geliyor ki futbolu tribünde sevenler için tribünde bulunmak, tribünü yaşamak da işte böyle bir şeydi. Hem zaten kirpiler de yavrularını “Pamuğum benim!” diye sevmezler miydi? “Futbol Asla Sadece Futbol Değildir.” Simon Kuper’in kitabının da adı olan bir cümleydi bu ve birçok yönden doğru bir sözdü. Ama başka bir şey daha vardı ki, bazıları için futbol her şeyden önce bir oyundu ve futbol futboldu. Ve o bazıları her zaman, her yerde futbolun peşindeydi. Günümüzde zengin, güçlü ve şımarık birkaç kulüp yöneticisinin dümen suyuna sokularak; artık “mabet” olarak adlandırılan localı ve şık koltuklu büyük stadyumlara, kahvehanelerdeki ve evlerdeki televizyon ekranlarına hapsedilerek; bazı taraftarları tuttuğu takımın yenilmesini isteyecek kadar ruhsuzlaştıran bahis oyunları ile zincire vurulup yozlaştırılarak başkalaştırılmaya çalışılan futbol her şeye rağmen amatör kümelerde, ikinci ve üçüncü liglerde, mahalle aralarında, okul bahçelerinde, toprak sahalarda, halı sahalarda, köylerin harman yerlerinde, dağ başlarında, dış sahaların ve küçük kent ve semt statlarının mütevazı tribünlerinde, kısacası her yerde, peşinde olan o bazılarının sevgisi ve tutkusu sayesinde hala kendi serüvenini yaşayıp, kendi öyküsünü yazmaya devam ediyordu ve bundan sonra da devam edecekti. Neyse. Maç boyunca bir an bile durmadan sicim gibi yağan yağmur artık dinmiş; galibiyet kutlamaları bitmiş; tribünü boşaltmış olan taraftarlar Polatlı’ya gitmek üzere beklemekte olan otobüslere yönelmişlerdi. Arkadaşlarımla yeniden sarılıp kucaklaşarak vedalaştık ve önümüzdeki maçta buluşmak üzere sözleştik. Otobüs hareket etmek üzereyken son kez selamlaştık. O anda o tuhaf şey yine oldu ve hepsi bir anda 19 yaş birden gençleşti. Ama bu kez gözümü kapatmadım; neşeyle gülen yüzlerine keyifle baktım. Ve onlar artık uzaklaşmakta olan otobüsten gülümseyerek el sallarken bir an için bana öyle geldi ki, “Ne olursa olsun takımımızın ve futbolun peşindeyiz. Tribündeyiz. Bizim için futbol futboldur! Hiç fark etmez!” diyor gibiydiler sanki. NOTLAR: 1- Polatlıspor, 19 Mayıs Stadı 1 No.lu Dış Sahada Haymanalı ve Polatlılı taraftarların aynı tribünde birlikte kardeşçe tezahüratlar yaparak izlediği ikinci maçında kardeş takım Haymanaspor’a 3–0 yenildi. Ama kardeşlik bozulmadı. Maç bittiğinde Haymanasporlu futbolcuları biz de tribüne çağırıp alkışladık. Ve galibiyetler, yenilgiler ve beraberliklerle geçip giden zorlu yükselme maçları sonucunda ilk dört takım arasına girmeyi başaran Polatlıspor, Ankara Amatör Süper Ligi’ne yükselerek uzun bir aradan sonra taraftarlarını sevince boğdu. Yaz döneminde, bundan birkaç yıl önce Ersun Yanal’ın Gençlerbirliği’nde görev yaparken transfer etmek istediği, ancak İlhan Cavcav’ın bonservis bedelini pahalı bulup almadığı Nijeryalı santrfor Sambo’yu Polatlıspor transfer ederek sükse yapar gibi oldu ama Sambo bir süre sonra ortadan kayboldu. Takım bu sezon Ankara Amatör Süper Liginin ilk yarısında umduğunu bulamadı ama yine de hedef Türkiye 3. Ligi’nin kapılarını önce zorlamak, sonra da açmak… Ne diyelim, olur mu olur. Futbol bu! Şampiyon olmak da var, küme düşmek de… 2- Teknik Direktör Cahit Dikici, eski milli futbolculardandır ve Polatlılıdır. 60’lı yıllarda, biz daha çocukken Ankara Şekerhilâl takımında oynamış. Yanlış anımsamıyorsam Polatlıspor’a gelmeden önce birinci lig takımlarından Zonguldakspor’da çalışmıştı. Maçlarda yedek kulübesinden uzaklaşıp cankurtarana doğru yaklaşmasının nedenini birkaç kişi dışında pek merak eden yoktu aslında. Ama bizim gibi merak edenler, bir sezon sonra yaz mevsiminde Cahit Hoca’nın bypass ameliyatı olduğunu öğrenince, “Vay be, işe bak lan!” demekten kendilerini alamadılar. 3- Bu öyküde sık sık geçen “Ayağına vuruyum” ifadesinin hangi anlama geldiğini ne olur sormayın. Söyleyemem. Ama siz istediğiniz gibi yorumlayabilir; istediğiniz tahminde bulunabilirsiniz. 4- Anıları tüm tazeliğiyle yıllarca bellekte tutmak çok güç. Bir gün böyle bir anıöykü yazacağımı bilseydim, yararlanmak için notlar tutar; o maçların yayınlandığı gazeteleri saklardım. Ama yine de güzel bir şey oldu ve 19 yıl önceki Gençlerbirliği-Polatlıspor maçlarının tarih ve takım kadrolarını http://www.gencler.org/ sitesinde buldum. Belleğimi yoklarken ve öyküyü kurgulamaya çalışırken çok yararlandım. Bunun için Gençler.Org’a teşekkürederim. Sürçülisan ettikse affola. Kalın sağlıcakla.










polatlıspor












ogu


sambo
------
teşekkürler necdet abi..

13 Aralık 2007 Perşembe

Futbolun Peşinde... (Necdet Özkazancı/anı-öykü)


Necdet abimiz sağ tarafta göbeği Ozan abimizden az buçuk fazla olan mütevelli heyeti üyemizdir.. :)

yazı alkaralar.com'dan alınmıştır...


iki kitabıyla taraftar gerçekliğinin farklı boyutlarını sergileyen büyük taraftar duayenimiz Polatlılı Platez Necdet Abimizi alkaralar.com'da yayınladığı anı-öykü yazımını sizinle de paylaşmak istedim...


------------------




19 yıl önceki bir maçtan günümüze kadar yapılan bir yolculuğun kurgulandığı bir öykü bu... Kısa olacağını düşünüyordum ama yazdıkça uzadı. Uzadıkça yazdım. Ve sonuçta 5 bölümden oluşan çok uzun bir yazı ortaya çıktı.




--




FUTBOLUN PEŞİNDE - 1 Polatlı’da 1988–1989 futbol sezonu… Gençlerbirliği, bir sezon önce oynadığı birinci ligden düşmüş; ikinci lige alışmaya çalışırken, Polatlıspor ise yeni çıktığı Türkiye 2. Ligi (A) Grubunda adeta bir fırtına gibi esiyordu. İlk haftalarda galibiyet üstüne galibiyet almıştı ve açık farkla liderdi. İlçede futboldan ve Polatlıspor’dan başka bir şey konuşulmuyordu. Havamız yerindeydi yani. Takımımıza o kadar güveniyorduk ki, birçok kişi takımın bu kadroyla birinci ligde bile hiç zorlanmadan orta sıralarda yer alabileceğini düşünüyordu. Kendiliğinden başlayan işyeri ve kahve sohbetlerinde, aynı zamanda İstanbul takımlarından birini tutmakta olan bazı taraftarlar Polatlıspor birinci lige çıkarsa ne yapacaklarını, tuttukları takımı bırakıp bırakamayacaklarını tartışırken, şakalaşmaktan ve birbirlerini kızdırmaya çalışmaktan da geri kalmıyorlardı. Bu arada 24 Eylül 1988 günü Cebeci Stadı’nda Gençlerbirliği ile oynanacak olan maçın heyecanı da herkesi sarmıştı: “La oğlum, sen şimdi Fener’i tutuyon ya. Polatlıspor bu sene şampiyon olup da birinci lige çıkınca n’olacak?” “N’olacak anadın mı?” “Fener mecburen Polatlı’ya gelecek. O zaman n’abacan?” “N’abacam?” “N’abacan, Fener’i tutacan gene!” “Fener’i mi tutacam? Ben? Niye? Hasta la! Bırakırım gider, n’olacak sanki ayağına vuruyum. Tek Polatlıspor birinci lige çıksın da anadın mı?” “Sen?” “Hee!” “Fener’i bırakacan?” “Ne var!” “Hani hasta Fenerliydin goçum, ne oldu?" “Olsun. Bırakırım gider anadın mı?” “Yok, aslanım. Sen Fener’i bırakamazsın. İçin gider valla, Fener’in otobüsünün stada geldiğini görünce. Karışıverirsin İstanbul’dan gelen Fenerlilerin arasına.” “Ne içim gidecek la, ne içim gidecek? İçim gidermiş! Bilip bilmeden boş boş gonuşuyon işte anadın mı?!” “Bravo Hüsam! Sen Hüsam’a inanmıyorsun ama bence doğru söylüyor. Yapar mı yapar. Benim bildiğim Hüsam’sa, Polatlıspor birinci lige çıksın, kesin bırakır Fener’i! Öyle değil mi Hüsam?” “Heç! Gonuşuyo işte la! Bak gördün mü ibibik? Beni bilen biliyo anadın mı? Sen kendine bak goçum. Beşiktaş’ı bırakabilin mi? Hey yavrum hey! " “Bırakmam tabii. Niye bırakayım ki?” “Bırakma goçum, n’abayım? Bırakmazsan bırakma. Memlekette demokrasi var; herkes reyinde hür anadın mı?” “Sen bırakınca ben de bırakacam diye kanun mu var aslanım?” “Tamam oğlum tamam, anladık. Oyununu oyna.” “Onu bunu bırak da ortak, bu takım var ya bu takım; şimdi birinci ligde olsa kafaya oynar valla!” “Canavar bu takım, canavar ayağına vuruyum! Birkaç takviyeyle ilk beşe girmezse ben de bu futbolu bilmiyorum yani.” “O kadar da şişirmeyin takımı canım. Birkaç maç aldık diye hemen burnumuz büyüdü; Kafdağı’na çıktık. Tamam, iyi takım olmasına iyi takım da, birinci ligde de kafaya oynaması için çok takviye lazım.” “Öyle deme Hoca, bu takım Kayseri’ye beş çekti be; hem de deplasmanda.” “Beş çekti de ne oldu? Dört tane de yedi. Defans sakat, defans. Takviye lazım.” “Valla bana göre de defans sakat. Kaleci Gürsel’le Cenk Kayseri maçında kavga etmişler la. Bizim takım attıkça, Gürsel de ha bire yemiş. Maç 5-3 devam ederken Gürsel bir gol daha yiyince Cenk çok kızmış. Bu ne la demiş, gol yemeye doymadın ayağına vuruyum! Kafa kafaya gelmişler de öteki topçular ayırmışlar. Şimdi küslermiş.” “Zaten onun için geçen hafta Bitlisspor maçında yoktular. Cahit Hoca ikisini de kadro dışı bıraktı.” “İyi yaptı valla. Akılları başlarına gelsin biraz. Hanya’yı, Konya’yı anlasınlar. Kavga etmek ne demek la?” “Dün antıramanda barıştılar apçaoğlu.” “Cahit Hoca, Gençler maçında oynatır mı ikisini de?” “Oynatacak herhalde. Çift kalede ikisi de as takımda oynadı.” “Gençler maçında ne yapacağız bakalım bizim oğlan?” “Kesin yeneriz abi. Aha bak, şuraya yazıyorum.” “Öyle deme. Gençlerbirliği kuvvetli takım oğlum. Hiç belli olmaz valla.” “Aaaa, tabii! Çok dölek maç olacak ortak, çook!” “Avni, Olkan, Muammer… Bunlar iyi topçular yani. Kalecileri Nezihi de iyi. Bir de Yugo vardı, Hayrettin mi ne; o da duruyormuş.” “Olsun. Yeneriz goçum, yeneriz. Bizim topçular kötü mü? Yavuz’la Gökhan yeter onlara oğlum.” “He valla. Erdoğan gibi topçu kimde var la!” “Baskılı oynamamız lazım usta. Oyunu rakibin sahasına şey etmemiz lazım.” “İlk on dakikada bir çakarsak, farka gider bu maç bacanak.” “Bu Cahit Hoca niye yedek kulübesini bırakıp, korner direğinin oraya gidiyo la? Cankurtaranın yanında ne işi var kine?” “Ne bileyim ya! Vardır bir sebebi.” “Hasta ediyo beni la. Gıcık kaptım valla. Birkaç defa da bağırdım türbünden, yerine geç diye. Ama duymadı.” “Stat dolar mı sence usta? Ne diyon?” “Cebeci Stadı mı? O stat otuz bin kişilik oğlum. Ama gene de bayağı doldururuz yani. Çok adam gidecek maça.” “Cevat, bize beş çay… Tazeyse ver ama ha!” “Taze tabii oğlum. Burda ne zaman bayat çay içtiniz la?”




***********




FUTBOLUN PEŞİNDE -2- Cebeci’de Ve nihayet maç günü gelip çatmış; Polatlı, 24 Eylül 1988 günü sabah saatlerinde hareketlenmeye başlamıştı. Gençlerbirliği maçı için erkenden tarifeli otobüslerle ve trenle yola çıkıp bir saatte Ankara’ya gelen bazı taraftarlar, maç saatine kadar stat çevresindeki kahvelerde çay içerek ya da dışarıda dolaşarak zaman geçirmeye çalışıyorlardı. Daha sonra otobüs, minibüs ve otomobillerle daha geç yola çıkan taraftarlar geldiler. Ve Ankara’da yaşayan Polatlılı taraftarların da katılmasıyla Cebeci Stadı kalabalık diyebileceğimiz günlerinden birini yaşamaya başladı. Açık tribünün orta bölümünü doldurmuş olan Polatlılılar, kapalı tribünde de protokol tribününün hemen sağındaki bölümde hatırı sayılır bir yer kapmış; zaman zaman Gençlerbirliği başkanı İlhan Cavcav’a sataşıyorlardı. Stada Polatlıspor’un sarı-siyah renkleri hâkim olmuştu. Bu kadar seyirciyi çok sık görmeyen çekirdekçiler, köfteciler ve meşrubatçılar bayram yapıyorlardı. Maça fazla ilgi göstermeyen Gençlerbirliği taraftarları ise kapalı tribünün sol tarafında yerlerini almış; sakin bir şekilde maçın başlamasını bekliyorlardı. Lakabı, ilkokuldan sonra okuması için ailesinin “oku, oku, oku!” diye yaptığı baskıdan gelen Amigomuz Ogu, sırtında büyük harflerle “OGU” yazan sarı-siyah bir eşofman üstü giymiş, açık tribünü coşturmaya çalışıyordu: “POLATLI’YI SEVENLER AYAĞA KALKSIN! POLATLI’YI SEVENLER AYAĞA KALKSIN! POLATLI AŞKINA HERKES AYAĞA! POLATLI AŞKINA HERKES AYAĞA!” “Şimdi de kapalıyla sarı-siyah çekeceğiz, tamam mı? Hadi eller havaya! Oooo! Bir, ki, üç. SARIIII!” “Duymadılar. Hadi bi daha! SARIIII!” “Gene duymadılar la. KAPALI UYUMA! KAPALI UYUMA!” “Hadi bi daha! SARIIII!” “SİYAAAAH!” “SARIIII!” “SİYAAAAH!” “EN BÜYÜK!” “POLATLI!” “EN BÜYÜK!” “POLATLI!” Ve karşılıklı olarak sarı-siyah çekilmesinin ardından alkışlarla birbirini coşturmuş olan Polatlılılar şimdi ayağa kalkmış; “POLATLI! POLATLI!” tezahüratlarıyla stadı inletiyorlardı. Açık tribünün ortalarına yakın bir yerde ise bir grup taraftar davul-zurna eşliğinde halay çekiyor; alt bölümde de bir taraftar bağlama ile “Atım Arap” türküsünü çalıp söylerken, dört-beş taraftar da uyum içinde kostak kostak oynuyordu. ATIM ARAPTIR BENİM AMAN AMAN. HAYDİ DE YÜKÜM ŞARAPTIR BENİM GOÇUM. AMAN DA YÜKÜM ŞARAPTIR BENİM VAY VAY. BU YIL BÖYLE GİDERSE AMAN AMAN. AMAN DA HALİM HARAPTIR BENİM VAY VAY. HAYDİ DE HALİM HARAPTIR BENİM VAY VAY. EMİŞİM GÜMÜŞÜM, BİR HOŞUM VAY VAY. ÇOKÇA DA İÇTİM, ZERHOŞUM VAY VAY. ALSANA FINDIK FISTIK. BAŞ ALTINDA YASTIK. KÖROĞLU’YLA KÜSTÜK. SIRT SIRTA VERDİK YATTIK! GOÇÇUUUM! ÇİKİ ÇİKİ ÇİKİ ÇİKİ ŞIKIDIM ŞIKIDIM! ÇİKİ ÇİKİ ÇİKİ ÇİKİ ŞIKIDIM ŞIKIDIM! Artık maç saati yaklaşmıştı. Sahaya ilk çıkan takım Gençlerbirliği oldu ve kendi taraftarlarının yanı sıra Polatlılı taraftarlarınca da alkışlandı. Polatlıspor sahaya çıkarken, stat müthiş bir uğultu ile inledi ve taraftarlar ellerinde hazır beklettikleri arjantinleri ve konfetileri bir anda sahaya savurdular. Hızla açılıp uzayarak atletizm pisti ve sahaya düşen arjantinler ile havada uçuşan konfetiler kısa süreli bir yağmur oluşturdu. Çok güzeldi! O coşkulu ve gürültülü ortamda Ogu da bağırarak taraftarlara sesini duyurmaya çalışıyordu: “Durun la, durun. Takımı çağıracaz şimdi. BÜYÜK KAPTAN TAKIMI BURAYA GETİR! BÜYÜK KAPTAN TAKIMI BURAYA GETİR!” Kaptan Küçük Mustafa, her zaman olduğu gibi tüm futbolcuları topladı ve takım tezahüratlar arasında tribünleri tek tek dolaştıktan sonra, futbolcular tek tek tribüne çağrıldı; ama bu defa ikisi hariç! Bu futbolcular, Kayserispor maçında kavga eden kaleci Gürsel ve stoper Cenk’ti. Taraftarlar, yeni barışmış olan ve yönetim tarafından affedilen bu iki futbolcuya özel muamele uyguladılar ve ikisini tek tek değil, el ele tribüne çağırdılar. Onlar da taraftarın bu isteğini kıramazlardı; tribünleri el ele dolaşıp selamladılar. Her şey çok güzeldi. Şimdilerde, keyifleri yerinde olduğu zaman Ankaragüçlü arkadaşlardan duyduğum şu tezahürat gibi: “HAYAT ÇOK GÜZEL! KAFAM ÇOK GÜZEL! ANKARAGÜCÜM HER ŞEYDEN GÜZEEL! HAYDA HAYDA NİHAYDA! HAYDA HAYDA NİHAYDA!” Evet, hayat güzeldi; hava güzeldi; çoğumuzun kafası güzeldi, Polatlısporumuz da her şeyden güzeldi. İşte herkesin havaya girdiği o anda Ogu, her zamanki üçlüyü çektirdi: “ŞAK ŞAK ŞAK ŞAK ŞAK ŞAK ŞAK ŞİMŞEKLER! ŞAK ŞAK ŞAK ŞAK ŞAK ŞAK ŞAK ŞİMŞEKLER!” Ve arkasından bütün stat “POLATLI! POLATLI!” diye inlemeye başladı. Bu arada Polatlılı taraftarlar sustuktan sonra Gençlerbirliği taraftarlarının da birkaç kez aynı şekilde “ŞİMŞEKLER!” diye üçlü çekmesi, o güne kadar Gençlerbirliği’ni izlememiş olanları bayağı şaşırttı. Artık saat 16.00’ya geliyordu ve maç saati iyice yaklaşmıştı. Devam eden tezahürat ve gürültüler arasında stat spikerinin sesi duyuldu: “Şimdi, orta hakemliğini Serdar Çakman, yardımcılıklarını Yusuf Ziya Adabay ile Nurettin Saka’nın yapacağı, Gençlerbirliği ile Polatlıspor arasında oynanacak olan Türkiye 2. Ligi A Grubu futbol maçının takım kadrolarını veriyorum: Gençlerbirliği: Nezihi, Rasim, Metin, Galip, Ahmet, Metin Diyadin, Avni, Suat, Olkan, Muammer, Fevzi. Polatlıspor: Gürsel, İbrahim, B. Mustafa, Cenk, Ünal, Yavuz, Nedim, Erdoğan, Erdal, K. Mustafa, Gökhan.” Ve hakemler önde, takımlar arkada sahaya çıkıp önce protokol tribününü, sonra da açık tribünü Türk sporu şerefine üç defa “SAĞOL! SAĞOL! SAĞOL!” diyerek selamladıktan sonra, para atışı ve saha seçiminin ardından maç başladı. Maçın başlamasıyla birlikte Ogu da her zaman olduğu gibi dokuz defa el şaklatıp “ŞİMŞEK!” diye tezahürata başladı ve taraftarların çoğu da ona uyunca müthiş bir koro ortaya çıktı: “ŞAK ŞAK ŞAKŞAKŞAK ŞAKŞAKŞAKŞAK ŞİMŞEK! ŞAK ŞAK ŞAKŞAKŞAK ŞAKŞAKŞAKŞAK ŞİMŞEK!” Ama bir yandan da gözümüz sahada, dikkat ve heyecanla maçı izliyorduk. İlk on dakikada golü atarsak iş tamamdı. Atardık canım, ne olacak! Kayseri’ye beş çekmiş bir takımdık biz. Liderdik. Bu lig bize bir boy ufak geliyordu. “Hadi Kocaoğlan, hadi Gökhan. Harmanla goçum. Sür goçum sür. Çak işte! Vuur! Ah lan, auta gitti!” “Gençlerde, ileride oynayan şu sarı (Fevzi) kim la?” “O mu? Ehm! Bilmiyorum valla. Ama hani Gençler’de geçen sene bir tane Yugo vardı ya, Hayrettin mi ne. Herhalde o. Sarı olduğu için…” “Hımm. İyi bir topçuya benziyor, öyle değil mi?” “Ooo! Sen ne diyon gardaşım? Baksana, yılan gibi oğlan valla. Zaten bunu ve Muammer’i tuttuk mu, tamamdır iş.” Amanın o da ne! 12. dakikada Sarı (Fevzi), Avni’nin nefis ara pasına hareketlendi ve soldan defansın arkasına sarkıp topla birlikte ceza sahasına daldı. “Çık lan Gürsel, çık!” Gürsel kalesini terk etti, ama geç kalmıştı. Sarı, aşırtma bir vuruşla Gürsel’in üzerinden topu ağlara gönderdi. 1–0… Olsun. Daha maçın başıydı. Biraz sonra beraberliği sağlardık nasıl olsa. Sonra da… “Vur işte lan vuur!” “Hay senin ayağının ayarını…” “O nasıl vuruş öyle la? Top taca gidiyordu nerdeyse.” “Top ayağına tam oturmadı babadostu. Top ayağına otursaydı…” Polatlıspor beraberlik golü için yüklenirken, Gençlerbirliği de savunmasından hızlı çıkarak Muammer ve Sarı ile ikinci golü atmaya çalışıyordu. Ama ilk yarıda takımlar başka gol atamadı. Olsun. İkinci yarıda açılır, sallamaya başlardık nasıl olsa. Onun için takıma var gücümüzle destek olmalıydık. Hep destek, tam destek! Ama tabii bu arada da çekirdek… “La bi bağırın millet! Polatlı’dan çekirdek çitlemeye mi geldiniz buraya la? Bırakın şu çekirdeği de bağıralım biraz ya. Hadi işte! POLATLI ŞAK ŞAK ŞAK! POLATLI ŞAK ŞAK ŞAK!” İkinci yarıya umutla başladık. Hemen beraberliği sağlarsak, galibiyet golünü atmak çocuk oyuncağıydı. Ama o Sarı’yla Muammer yok mu, o Sarı’yla Muammer? Hevesimiz kursağımızda kaldı. İkinci yarı daha yeni başlamıştı ki, Avni bir korner atışı kullandı. Sarı ile Cenk altıpas çizgisi yakınına gelen topa birlikte yükseldiler. Bu ikili mücadeleyi kazanan Sarı, topu düzgün bir kafa vuruşuyla al da at dercesine Muammer’in önüne indirdi. Muammer de sadece dokundu. 2–0… “Hey Allah’ım, ya rabbim! La Cenk, oğlum n’apıyon la sen orda? Sarı’ya o kafayı vurdurmasa hiçbir şey olmayacak ha! Gürsel de çıkmadı ya! Aha gitti maç işte. Golü atan Muammer mi la?” “Hee! Muammer.” “Al işte! Bir Sarı’yla Muammer yetti ayağına vuruyum!” “Üzülme gardaşım, ikinci devre yeni başladı daha. Atarız şimdi bir tane.” “Bizim hocaya bak! Gene bırakmış kulübeyi, yanaşmış korner direğine. Hocaa! Hocaa! Geç kulübeye! Geç kulübeye!” “O ne arıyo orda la?” “Ne bileyim gardaşım ya? Polatlı’da da böyle bu! Uğur yapıyordur belki de.” “Adam değiştirmesi lazım abi. Asım Baba’yı şey etmesi lazım.” “Çıkar şimdi Nedim’i, al Asım’ı işte!” Nedim ve Asım Gençlerbirliği’nin eski futbolcularındandı. Nedim 1980’li yılların başlarında, Asım da 1970’lı yılların sonlarında Gençlerbirliği kadrosunda yer almışlardı. Gençlerbirliği’nde bir dönem kaptanlık da yapan ve taraftarların “Bizon” lakabını taktığı golcü futbolcu Küçük Asım, ileri yaşlarında geldiği Polatlıspor’da efendiliğinin yanı sıra oynadığı futbol ve attığı gollerle çok seviliyor ve taraftarlarca “Asım Baba” olarak anılıyordu. Ve Asım Baba bu maçta yedek soyunmuştu. “İşe bak ya! Biz ‘ŞİMŞEK’ diye bağırdıkça Gençler’in topçuları coşuyo la.” “Demin Gençlerliler de ‘ŞİMŞEKLER’ diye üçlü çektiler ya, şimdi biz de burada ‘ŞİMŞEK’ diye bağırdıkça adamlar kendilerine bağırıyoz sanıp motive oluyorlar herhalde.” “He he he!” Polatlıspor bir gol atmak için can havliyle saldırıyor; Gençlerbirliği de savunmaya çekilmiş; kazandığı topları Sarı Fevzi ve Muammer’le buluşturmaya çalışıyordu. İşte 68. dakikada, Polatlıspor’un sahayı devirecek şekilde, kaleci hariç tam kadro yüklendiği ve geride, orta çizgiye yakın bir yerde son adam olarak yalnızca Amca Mustafa’yı bıraktığı bir anda Gençlerbirliği savunmasından iki pasla çıkarılan top Amca’yı aştı. Onun arkasına sarkan Muammer topu kaptı ve tek başına Polatlıspor yarı sahasına daldı. Gürsel kalesini terk edip çıkmıştı ama yapabileceği fazla bir şey yoktu. Muammer, aşırtma bir vuruşla topu üçüncü kez ağlara gönderdi. Durum 3–0 olmuştu. Bu golle takım iyice dağılmış, direncini ve oynama isteğini yitirmişti. Gençlerbirliği taraftarları ise sevinç içinde “GENÇLER ŞAK ŞAK ŞAK! GENÇLER ŞAK ŞAK ŞAK!” diye tezahürat yapıyorlardı. “Ulan arkadaş! İki saattir Muammer deyip duruyoz lan burada, Muammer! Adam elini kolunu sallaya sallaya gitti, attı ya! Gitti babadostu bu maç.” “Amca çok adam kaçırıyor gardaşım.” “Nedim de kötü yaa! Verdiği hiçbir pas yerini bulmadı ayağına vuruyum. Hep rakibe…” “Asım Baba’yı alıyo oyuna, bak!” “Asım girse n’olur la, bu saatten sonra? Hem de Erdal’ın yerine giriyor bak. Allah’ım, ya rabbim! Alsana Nedim’in yerine! Adam bugün kötü işte, ne uğraşıyon!” “Sadece o değil ki. Takım bugün kompile kötü bacanak. Dökülüyo la hepsi!” “Öyle valla. Neyse, Nedim de çıkıyor.” “Hee! Çetin giriyor yerine.” “Hey yavrum hey! Girse n’olur la, bu saatten sonra? Hikâye!” Gerçekten de artık iş bitmiş, mal batıya kaymıştı. Gençlerbirliği’nin üçüncü golünün ardından taraftarlardan bazıları stadı terk etmeye başlamışlardı ki, bu golden birkaç dakika sonra, 72. dakikada Gençlerbirliği bir penaltı kazandı. “Düürrrttt! Penaltı.” “Penaltı mı verdi la? " “Hee! Penaltı verdi. Bir bu eksikti ayağına vuruyum.” “Hoca, hocaa! Ne penaltısı ya.” “YUUUUH! YUUUUH!” “Böyle penaltı mı olur la?” “Amca’yla Muammer topa girdiler tamam mı? Bizimki elle mi oynadı, faul mü yaptı seçemedim. Saha da çok uzak kardeşim, tam gözükmüyor ki.” “Kesin gol olur bacanak. Oyun farka gidiyo valla.” Topun başına gelen Muammer, yerden bir plaseyle kaleciyi ters köşeye yatırarak durumu 4–0 yaptı. Gençlerbirliği taraftarlarının gol sevinci o sessizlikte bir bomba gibi patlarken, arkadaşları da bu maçta üçüncü golünü atan Muammer’i kutluyorlardı. “Bu ne la? İyice dağıldık ayağına vuruyum. Fark olur bu saatten sonra.” “Oldu zaten. Stad boşalmaya başladı baksana. Rezil olduk la.” “Neyse canım, olur böyle şeyler, ne yapalım! Gene lideriz nasıl olsa.” Bu penaltı golünden üç dakika sonra, yani 75. dakikada Muammer o anda sohbete dalıp oyundan koptuğumuz için nasıl attığını göremediğimiz bir gol daha atıp dörttrik yaptı. Artık durum 5–0 olmuştu. Statta kalıp maçı izlemeyi sürdüren taraftarların kızgınlığı da biraz geçmiş; işi dalgaya vurmaya başlamışlardı. “Ben dedimdi canım; farka gidiyo maç.” “Gene mi Muammer attı la?” “Hee!” “Ulan ne Muammer’miş be! Gol ishali oldu adam ya.” “Muammer’i tutabilsek yenilmezdik zaten! Ama tutamadı ki bizim bebeler.” “Maç da otomatiğe bağlandı sanki la. Üç dakikada bir sallıyorlar.” “O zaman 15 dakikada 5 gol daha atarlar bunlar. 10–0 olur. He he he.” “Torbayı büyük getirmiş bizim bebeler. Gollerin hepsi sığar valla.” “Bu maç hayatta 5–0 olmazdı emmimin oğlu. Aramızda cenabet var herhalde. He he he.” “He valla. Kim cenabetse çıksın ortaya la!” Ve dört dakika sonra, 79. dakikada Sarı’nın yerine giren ve futbolumuzda “Şirin” olarak anılan Şirahman Berberoğlu’nun derinlemesine pasını kapan Metin Diyadin durumu 6–0 yapan golü atıyordu. “Oha artık la, oha! Folluk olduk ayağına vuruyum.” “Bizimkiler torbayı büyük getirmişler teyzemin oğlu. At torbaya bir gol daha. He he he.” “Rezil olduk lan!” “Valla öyle. Gol bile atamadık la.” “Aman goçum, defansta iyi kapanın da 7–0 olmasın. He he he!” Artık maçın sonları yaklaşmış; Gençlerbirliği de oyunu yavaşlatmaya başlamıştı. Yedinci golü atmak istemiyor gibiydiler sanki. İşte o anda Gençlerbirliği ceza sahasında bir elle oynamaya hakem penaltı verdi. Mustafa topu penaltı noktasına dikti. “Atamaz la!” “Bunu atar canım, bunu da atsın müsaadenle.” “Atamaz oğlum, atamaz. Hem bu saatten sonra atsa n’olur la? İş bitmiş, mal batıya kaymış zaten.” “Olsun oğlum, hiç olmazsa şeref golü olur atarsa.” Küçük Mustafa, ceza sahası çizgisine kadar gerildi ve koşarak topun üzerine gelip kaleci Nezihi’nin sağına yerden bir vuruş yaptı. Nezihi de uçarak topu çeldi ve penaltıyı kurtardı. “Hey Allah’ım, ya rabbim! Sen aklıma mukayyet ol ya!” “Ben dedim sana, atamaz diye. Bak, atamadı işte.” “Boş ver ya, atsa n’olacaktı sanki ayağına vuruyum.” Ve Serdar Çakman’ın düdüğünü çalmasıyla, son dakikaları, statta kalan Polatlıspor taraftarları için gerçek bir azap haline gelen maç nihayet bitti. Polatlısporlu futbolcular başları önde üzgün bir şekilde soyunma odasına doğru giderken, biz de haklı ve farklı bir galibiyet alan Gençlerbirliği futbolcularını tribüne çağırarak alkışlamaktan kendimizi alamadık. Eve dönüş tam bir çile oldu. Hiç beklemediğimiz bu ağır yenilgi hepimizi çok üzmüş ve derinden yaralamıştı. Kimsenin konuşacak hali kalmamıştı. Cebeci Stadı’ndan Tandoğan yakınlarındaki eski otobüs terminaline yürüyerek gittik. Yaptığımız tezahüratlar, yediğimiz goller ve ardından terminale kadar yürümek bayağı yormuştu bizi. Otobüsümüz Balgat Köprüsü’nden Eskişehir Yolu’na indiğinde gözlerimiz kapanmaya başladı ve çok geçmeden uykuya daldık.




**********




FUTBOLUN PEŞİNDE -3- Polatlı'da BU YIL BÖYLE GİDERSE AMAN AMAN. AMAN DA HALİM HARAPTIR BENİM VAY VAY! HAYDİ DE HALİM HARAPTIR BENİM VAY VAY! Evet, bu yıl böyle giderse halimiz haraptı. Gençlerbirliği karşısında aldığı ağır yenilgiden sonra Polatlıspor'un yarası bir türlü dikiş tutmadı. Ertesi hafta kendi sahasında Gaziantepspor’a da Ertuğrul Sağlam’ın attığı gollerle 3–1 yenildi. Ve yenilgiler birbirini izlerken, Polatlıspor da hızla alt sıralara doğru inmeye başladı. Bu hezimetin rövanşı 26 Şubat 1989 günü Polatlı Şehir Stadı’nda oynandığında Gençlerbirliği lider, Polatlıspor ise düşme hattındaydı. Durumumuz çok ciddiydi. Gençlerbirliği’ni eskiden beri seviyor ve bu sezon şampiyon olmasını istiyorduk. Ama bizim de kümede kalmak için mutlaka üç puana ihtiyacımız vardı. Biz, toprak sahamıza güveniyorduk ve bu avantajımızı kullanarak üç puanı ne yapıp edip koparmalıydık. İlçede dükkânlar, kahveler adeta boşalmış; caddeler ve sokaklar ıssızlaşmıştı. Stat tamamen dolmuş; Ankara’dan gelen Gençlerbirliği taraftarları da kendilerine ayrılan portatif tribünlerde yerlerini almışlardı. Stadın tel örgüleri sarı, siyah ve beyaz renklerin hâkim olduğu çeşitli pankartlarla donatılmıştı: “FALANCA TİCARET POLATLISPOR’A BAŞARILAR DİLER.” “FİLANCA KEBAP SALONU POLATLISPORUMUZA 2. LİGDE BAŞARILAR DİLER.” “SEVİYORUZ SİZLERİ, SEVİNDİRİN BİZLERİ – FEŞMEKÂN KİTABEVİ.” “SARI-SİYAH RENGİMİZ, POLATLISPOR CANIMIZ CİĞERİMİZ.” Vesaire… Vesaire… “Hakem kimmiş ortak?” “Hakem mi? Erman Toroğlu.” “Oooo! Dölek hakem vermişler la.” “Öyle valla. Federasyon nasıl verdi ki bizim maça?” “Önemsiyorlar demek ki bizim maçı babacan.” “Erman Toroğlu Ankara Bölgesi hakemi ya, ondandır.” “Allah’ı var şimdi, iyi hakem valla.” “La gardeşim bi bağırın ya! Ne bu ya, çıt çıt çıt! Bitmedi mi şu çekirdekler la? Bak, bağırmayanın kaynanası ölsün tamam mı?” “Bir baba hindi çekelim la Ogu, bir baba hindi.” “Çekelim hadi ayağına vuruyum. Çök, çök, çöök! Tamam mı? BİR BABA HİNDİ!” “HEEY ALLAH!” “OLAYDI ŞİMDİ!” “HEEY ALLAH!” “PİLAVI DA BENDEN!” “HEEY ALLAH!” “KAŞIĞI DA SİZDEN!” “HEEY ALLAH!” “YALLAH YALLAH, HEEY ALLAH!” “YALLAH YALLAH, HEEY ALLAH!” Güneyden, Esentepe tarafından esen sert rüzgâr, stadın toprak zemininde tozdan küçük hortumlar oluşturuyor; belediyenin itfaiye aracı da maçtan önce arada bir sahaya girip zemini ıslatıyordu. Ve takımlar yoğun tezahürat altında sahaya çıktılar; seyircileri selamladılar. Kadrolar şöyleydi: Polatlıspor: Gürsel, Yusuf, B. Mustafa, Cenk, Ünal, Erdoğan, Hasan, Zafer, Yavuz, K. Mustafa, Çetin. Gençlerbirliği: Nezihi, Hüseyin, Galip, Metin Koyuncuoğulları, Eren, Metin Diyadin, Avni, Suat, Olkan, Fevzi, Hayrettin Dzarbozovic. “Ooooo! Sarı oynuyo gene la.” “Gençler’de bi tane Yugo vardı; Hayrettin mi ne… Bu sarı herhalde o değil mi?” “Yok. O sarı, Fevzi ortak. Geçen maçta Muammer’le ikisi mahvettilerdi bizi. Şu var ya şu; kaleye şut atan. İşte Hayrettin o. Geçen maçta yoktu.” “Sarışın değilmiş la bu. Yugo deyince, ben de “sarı” olur diye düşündümdü.” “Fakat Muammer’in oynamaması iyi oldu bizim oğlan.” “Ooooo! İyi oldu tabii canım. Cezalı mı ki?” “Bilmem, herhalde… Bu sefer Sarı’yla Yugo’yu iyi tutmak lazım ama. Yoksa yanarız.” “He valla!” Hakem Erman Toroğlu düdüğünü çaldı ve maç 0–0 başladı. Zaten başka bir biçimde başlama şansı da yoktu. Çünkü UEFA tarafından 2004 yılında yürürlüğe konulmuş olan yeni reglamandaki “birbirine avans verme”, “üç korner bir penaltı”, “altıda haftayım on ikide bitme” gibi ekstra kuralların uygulanıp uygulanmayacağının hakem tarafından takım kaptanlarına sorulup kayıt altına alınması kuralı henüz geçerli değildi. Bu arada rüzgâr şiddetini öyle artırmıştı ki, top kontrolü neredeyse imkânsız hale gelmişti. Maç 0–0 devam ediyor; bu rüzgârda bir kaza golü yemek istemeyen iki takım da kontrollü oynuyor, birbirinin üzerine fazla gitmiyor ve gol atmak için fırsat kolluyordu. “Bas goçum bass!” “Hadi aslanım Gökhan, hadi Kocaoğlan! Harmanla goçum harmanla.” “Yuh anasını la! Gene hızını alamadı, topla beraber auta çıktı!” “Hadi Erdoğan, şimdi ver işte, şimdi!” “Lan n’abıyon oğlum yaa!” “Vur işte vuur! Hass…” “Hoca faul hocaa! Gör bunları gör!” “La bi bağırın aslanım ya! Bırakın şu çekirdeği ya! Allah’ını, kitabını seven bağırsın bak! Görüyonuz, bebeler canavar gibi oynuyo işte. Bağırmayan böyle olsun tamam mı? Hadi! POLATLI ŞAK ŞAK ŞAK! POLATLI ŞAK ŞAK ŞAK!” Maçın ilk yarısında rüzgâra karşı oynayan Polatlıspor, ikinci yarıda tüm şiddetiyle devam etmekte olan sert rüzgârı arkasına almıştı. Ve işte o rüzgâr altında Polatlıspor kalecisi Gürsel ceza sahası çizgisine yakın bir yerden sıkı bir degaj yaptı. Top, şiddetli rüzgârın da etkisiyle havada süzüldü, süzüldü ve Nezihi’nin uçarak müdahale etmesine rağmen ellerinin arasından geçerek tam doksandan ağlara takıldı. Biz, bu beklenmedik gole çılgınca sevinmeye başlamıştık ki, Hakem Erman Toroğlu’nun bir yandan düdüğünü çaldığını; bir yandan da el ve baş hareketleriyle bu golün geçersizliğini bildirdiğini gördük. Ne olmuştu da Erman Hoca golü saymamıştı? Aut mu, yoksa ofsayt mı verdiğini anlayamamıştık. Gol güme gitti ve Erman Hoca bu kararından dolayı Polatlılı taraftarların ıslık ve aleyhte tezahüratından nasibine düşen payı fazlasıyla aldı. Yedek kulübesinden oldukça uzaklaşıp cankurtarana doğru yaklaşmış olan teknik direktörümüz Cahit Dikici de bu karara çok kızmış; hıncını tekmelediği tel örgülerden alıyordu. “YUUUUUUH! YUUUUUUH!” “FİTBOLUN KATİLİ İTNE HAKEMLER! FİTBOLUN KATİLİ İTNE HAKEMLER!” “Hocaa, hocaa! Yedin buz gibi golü yediin ayağına vuruyum!” “Niye iptal etti la golü?” “Ne bileyim ben yaa! Ofsayt verdi herhalde.” “Degajdan ofsayt olur mu la?” “Bilmem, olur mu ki?” “Hoca, hocaa! Hamam parası olsun bu gol sana tamam mı, hamam parası olsun.” “Ulan şu golü saysa ne güzel olurdu biliyon mu?” “Hem de nasıl. Dadından yenmezdi valla.” “Bas goçum bass! Hadi işte!” Maç 0–0 bitti ve bu sonuca pek sevinen olmadı. Gelgelelim bu maçta alınan bir puanın ileride çok işe yarayacağını o zaman kimse bilmiyordu tabii. Sezon sona erdiğinde, en yakın rakibi Orduspor’a 16 puan fark atıp, 76 puan toplayan ve haftalar önce şampiyonluğunu ilan eden Gençlerbirliği birinci lige çıkıyor; son hafta, kendi sahasında Nevşehirspor’u 3–0 yenip 38 puan toplayan ve lig boyunca 39 gol atıp 49 gol yiyen, -10 averajlı Polatlıspor kümede kalıyor; kendisi gibi 38 puan toplayan ve 36 gol atıp 46 gol yiyen, -10 averajlı Mardinspor ise üçüncü lige düşüyordu. Yani Gençlerbirliği’nden Polatlı’da aldığı bir puan, kendisiyle aynı averaja sahip olan Mardinspor’dan sadece üç gol fazla atmış olan Polatlıspor’un ligde kalmasını sağlıyordu.Ne diyelim, futbolun cilvesi işte! Önceden bilinmiyor böyle şeyler.




*****************




FUTBOLUN PEŞİNDE -4- 19 Mayıs Dış Sahada Ve aradan yirmi yıla yakın zaman geçti. Bu iki takımdan Gençlerbirliği mükemmel tesislerinin yanı sıra zaman zaman ligde ve UEFA Kupasında kazandığı başarılarla ve Türk futboluna kazandırdığı yetenekli futbolcularla adından söz ettirirken; toprak sahada oynamanın da avantajıyla çok başarılı olduğu 1989-1990 sezonunun ardından, yeni sezonda sahasının çimlendirilmesi nedeniyle ilk yarıdaki tüm maçlarını deplasmanda oynamak zorunda kalan ve üçüncü lige düşen Polatlıspor bir daha toparlanamıyor ve birkaç sezon da üçüncü ligde mücadele ettikten sonra Ankara 1. Amatör Kümeye düşüyordu. Polatlıspor, bir zamanlar Adanaspor ve Ankaragücü’nde oynayan ve leblebi gibi goller atan Sabotiç’i de kadrosuna katıp sükse yaparak, yeniden üçüncü lige çıkmak için çok uğraşacak; ama bir türlü başarılı olamayacaktı. Bu başarısızlık sonraki yıllarda da sürdü ve Ankara Amatör Süper Ligi’nde mücadele eden Polatlıspor, 2006 yılı Mart ayında Yeniyolspor ile oynadığı maçta çıkan olaylar nedeniyle Amatör Futbol Federasyonu tarafından 1. Amatör kümeye düşürüldü. Polatlıspor, 2006–2007 sezonunda Ankara 1. Amatör Küme’de mücadele etti ve Amatör Süper Lig’e yükselme maçları oynayacak olan 10 takımın arasına girmeyi başardı. 3 Mart 2007 günü başlayacak olan terfi maçları Ankara’da oynanacak; ilk dört sırayı alan takımlar Amatör Süper Lig’e yükselecekti. Ve heyecanla beklediğimiz o büyük gün nihayet geldi. 19 yıl önce Cebeci Stadı’nda ve Polatlı Şehir Stadı’nda rakip olduğumuz can dostum Emre’nin Babası’yla birlikte, Polatlıspor’u bu kez Enerji Bakanlığı’na karşı destekleyecektik. Yağmurlu bir Cumartesi günü öğleden sonra, maçın oynanacağı 19 Mayıs Stadı 2 No.lu Dış Saha’ya geldiğimizde, birkaç otobüs ve özel arabalarla gelmiş olan 150 kişi civarındaki Polatlıspor taraftarlarının kale arkasındaki portatif tribünde yerlerini aldığını gördük. Tribünde gençler çoğunluktaydı ve ben artık Ankara’da yaşadığım için onları tanımıyordum. Ama aralarında bizim gibi eski taraftarlar da vardı ki, bunların çoğu mahalleden, okuldan ve tribünden arkadaşımdı. Ogu, Apo, Kötü, Gönlübol, Selçuk, Mustafa, Mesut, Murat, Fahrettin, Muhsin, Hüsam, Muhittin ve diğerleri… Yaşları ilerlemiş; bazılarının saçları dökülmüş ve beyazlaşmış, bazılarının da göbekleri büyümüş ve yanakları tombullaşmıştı. Tek tek sarılıp kucaklaştıktan sonra Emre’nin Babası’nı arkadaşlarımla tanıştırdım. “Hele gardaşlarıma! Hoş geldiniz. Muck muck. N’aber ya?” “Vay hoca! Hoş bulduk. İyilik valla. Maça geldik işte.” “Ben de geçen gün gazetede okudum, bizimkiler yükselme maçları oynayacakmış diye. İnternetten de maç programını öğrendim. Bizim bebelerden kesin gelen olur dedim. Çıktım geldim anasını satayım. İyi ki de gelmişim. Sizi gördüm. Bak, arkadaşım Ozan’ı tanıştırayım size.” “Memnun oldum.” “Memnun olduk.” “Hani 88’de 6–0’lık Gençler maçı vardı ya…” “Hee!” “İşte o maçta Ozan karşıda, Gençler tribünündeydi. Şimdi bizim Polatlı’nın maçı olduğunu öğrenince gelmek istedi.” “Ulan ne maçtı be! Öyle değil mi hoca? He he he!” “Öyle. Kâbus gibiydi valla.” “Folluk olmuştuk la. Gol yemeye doymamıştık.” “Takım nasıl?” “Oooooo! Takım iyi hoca.” “Kimler var? Benim bildiğim biri var mı?” “Senin bildiklerinden Mesut var. Hem antrenör hem de topçu.” “Ooooo! Mesut iyi topçudur valla. Eskiden de çok beğenirdim. Çıkar mıyız, ne dersin?” “İnşallah gardaşım! Bütün arzumuz bu.” “Enerji nasıl ki?” “İyi takım iyi. Dölek bir maç olur bugün. İnşallah yeneriz!” “İnşallah bakalım!” “Yan sahada kimlerin maçı var?” “Haymanaspor’la Etimesgut Belediyespor…” “Onlar da yükselme grubunda ha?” “Hee! Haymana bizim kardeş takım hoca!” Amigo, yine Ogu’ydu ve takım sahaya çıkar çıkmaz müthiş bir tezahürat başlattı. Tribün “POLATLI! POLATLI!” sesleriyle inliyordu. Arkasından yine 19 yıl önce Cebeci Stadı’nda söylediğimiz tezahüratla takımı tribüne çağırdık: “BÜYÜK KAPTAN TAKIMI BURAYA GETİR! BÜYÜK KAPTAN TAKIMI BURAYA GETİR!” Sahada ısınmakta olan futbolcuları büyük bir heyecan ve istekle toplayarak, tribünlerin önüne getirip taraftarları selamlayan 39 yaşındaki kaptan Mesut Polatlılıydı ve aynı zamanda takımın iki çalıştırıcısından biriydi. Bu yönüyle İngiliz futbolunda “player manager” denilen antrenör futbolcuların ülkemizde az sayıdaki örneklerinden biri oluyordu. 1980’li yıllarda uzun bir süre Beypazarı Belediyespor formasıyla ikinci ve üçüncü liglerde oynamış; bir ara İlhan Cavcav tarafından Gençlerbirliği’ne transfer edilmiş, ancak kadroda yer bulamayıp ayrılmış; Adanaspor, Adıyamanspor ve Fethiyespor gibi takımlarda da forma giymişti. Şimdi ise Polatlıspor formasıyla amatör ligde top koşturmaya devam ediyordu. “Hadi la, karşıdaki Haymanalı kardeşlerimize bir tezahürat yapalım. HAYMANA ŞAK ŞAK ŞAK! HAYMANA ŞAK ŞAK ŞAK!” “HAYMANA ŞAK ŞAK ŞAK! HAYMANA ŞAK ŞAK ŞAK!” Haymanalılardan yanıt gecikmedi: “POLATLI ŞAK ŞAK ŞAK! POLATLI ŞAK ŞAK ŞAK!” Ve kardeşlik tezahüratları karşılıklı olarak böyle sürüp giderken bizim maç başladı. “Hadi goçum, hadi aslanım.” “İlk 15 dakikada çakmamız lazım bir tane.” “Bas. Orda bas, orda!” “Vur işte vuur! Vursana laan!” “Ah lan! Bir karış daha içerden gitse goldü valla.” “La gardaşım, Allah’ını seven bağırsın biraz la! Ne var la! Hadi! POLATLI ŞAK ŞAK ŞAK! POLATLI ŞAK ŞAK ŞAK!” “POLATLI ŞAK ŞAK ŞAK! POLATLI ŞAK ŞAK ŞAK!” “Vur be Mesut, vur be! Vuur! GOOOOLLL! GOOOOLLL! Aslanım benim be! Goçum benim!” “Ne vurdu gardaşım be!” “İyi vurdu valla, ceza sahası dışından…” “İşte böyle ya! Kaleyi gördün mü vuracan gardaşım. Başka türlü olmaz.” “Görüyon değil mi babadostu? Bu Mesut hala iyi topçu canım.” "Öyle. Gençlere taş çıkartır valla.” Bu gole Haymanalı taraftarlar da en az bizim kadar sevinmişlerdi. Her iki tribün de tezahüratla inliyordu: “POLATLI ŞAK ŞAK ŞAK! POLATLI ŞAK ŞAK ŞAK!” Maçın ikinci yarısında kaleler değişince, 8–10 kişiden oluşan bir grup genç taraftar bizim bulunduğumuz kale arkası tribünün önündeki kaleyi korumaya başlayan Enerji’nin kalecisine sataşmak istedi. “KALECİNİN ARKASI MERKEZ BANKASI! KALECİNİN ARKASI…” Gelgelelim Ogu hemen müdahale edip susturdu onları: “Şşşşt! Durun la durun. Kaleciye daklaşmayın! Kışkırtmayın durup dururken. Panter yapacaksınız şimdi adamı.” Ama bir süre sonra kendi de rahat duramadı: “La kaleci, akranların hacca gitti; sen hala kısa donla dolaşıyon la! Biraz büyü oğlum, büyü biraz!” Kaleci bir an için arkasına dönüp “Ne diyon birader?” dercesine baktı. “Ne bakıyon la? Çakacaz şimdi bi tane, çakacaz. Bakmayı görecen şimdi sen!” Kaleci bu kez bir yandan gülümseyerek “Çakarsınız abi, çakarsınız” dercesine kafasını sallarken, bir yandan da dikkatini oyundan ayırmamaya çalışıyordu. Derken ikinci golümüz geldi ve önce bizim tribünün, sonra da Haymanalı taraftarların bulunduğu tribünün gol sevinci dış sahaları kapladı. “GOOOOL! GOOOOL! Hey yavrum be! 2–0 oldu, 2–0…” “Aldık maçı, koptu artık bu maç. Aslanım benim, goçum benim!” “POLATLI ŞAK ŞAK ŞAK! POLATLI ŞAK ŞAK ŞAK!” Bizim maç böyle devam ederken, yan sahadaki maçta bu kez Haymanaspor bir gol atınca Haymanalı ve Polatlılı taraftarların gol sevinci dış sahalarda bir bomba gibi patladı. “Aha Haymana çaktı valla!” “Aferin lan Haymana’ya!” “HAYMANA ŞAK ŞAK ŞAK! HAYMANA ŞAK ŞAK ŞAK!” Bu arada bizim bebeler bir gol daha atınca durum 3–0 oldu. Biz bu gole de sevindikten sonra farklı skorun da verdiği rahatlıkla oyundan biraz koptuk ve son dakikalarına 1–1‘lik skorla girilen yan sahadaki maçı da izlemeye başladık. Ve maçın son dakikasında Etimesgut Belediyespor penaltı kazandı. “Aha penaltı verdi valla!” “YUUUH! YUUUH!” “Islıklayalım la, ıslıklayalım. Hadi ıslık, ıslıık!” Ortalık Haymanalı ve Polatlılı taraftarların ıslıklarıyla inlerken, Etimesgut Belediyesporlu futbolcu topun üzerine geldi ve yerden bir vuruş yaptı. Top kalecinin uçtuğu köşeye doğru gitti ama kaleciye de değmeden dışarı çıktı. “HEEY! HAYMANA ŞAK ŞAK ŞAK! HAYMANA ŞAK ŞAK ŞAK!” Ve yan sahadaki maç 1–1 biterken, Polatlılı ve Haymanalı taraftarların sevgi tezahüratları karşılıklı olarak devam ediyordu. “HAYMANA SEN BİZİM KARDEŞİMİZSİN! HAYMANA SEN BİZİM KARDEŞİMİZSİN!” “POLATLI SEN BİZİM KARDEŞİMİZSİN! POLATLI SEN BİZİM KARDEŞİMİZSİN!” Biraz sonra da bizim maç bitti. Polatlıspor, bu maçta Enerji Bakanlığı’nı 3–0 yenip Amatör Süper Lig’e umutla göz kırparken, gollerin ikisini, genç futbolcu arkadaşlarını adeta bir orkestra şefi gibi yönetmiş olan Mesut atıyordu. Bir dönem 3. ligde Polatlıspor ile rakip olan Beypazarı Belediyespor’da oynarken hayranlıkla izlediğim Mesut, artık 39 yaşında olmasına karşın oynadığı mükemmel futbolla ve attığı güzel gollerle bir kez daha gözlerimizin pasını siliyordu. Taraftarlar neşe içinde futbolcularımızı alkışlayıp farklı galibiyeti kutlarken, 19 yıl önce Cebeci Stadı’ndaki 6–0’lık hezimetin tanığı olan arkadaşlarıma baktım. İşte o anda tuhaf bir şey oldu ve hepsinin yüzü 19 yaş birden gençleşti. Şaşırmıştım. Ama gözlerimi bir an kapatıp yeniden baktığımda eski hallerine döndüklerini gördüm.




(Arkası Yarın)

18 Ekim 2007 Perşembe

Futbol ölüm kalım meselesi değildir. Bundan daha mühim bir şeydir!"


Bill Shankly Devrimi


1959'da Liverpool teknik direktörü olan Bill Shankly görevde kaldigi 15 yil boyunca takimi Avrupa'nin en basarili kulüplerinden biri haline soktu.. Shankly'nin 3. sezonunda 2. Lig sampiyonlugunu kazanan Liverpool ustalarin ligine çikti ve o tarihten beri basariyla yerini korudu.. 1964'de lig sampiyonlugunu kazanan Liverpool bir sonraki sene ünvanini koruyamadi ancak tarihindeki ilk F.A Cup'i kazandi.. Bir sene sonrasinda lig sampiyonlugu yeniden Liverpool'un oldu.. Kurdugu kadro ve oynattigi futbolla en kariyerli ve basarili teknik adamlar arasina yerlesen Bill Shankly, Ingiltere'nin en iyilerini Liverpool'a topladi.. Roger Hunt, Ian St John ve Ron Yeats bu yildizlardan sadece bir kaçiydi.. 1973'de Avrupa'da ilk büyük patlamasini yapan Liverpool UEFA Kupasi'ni kaldirdi ve ayni sene lig sampiyonluguna bir kez daha ulasti.. Bir sonraki sene bir baska F.A kupasi müzeye giderken Bill Shankly Ingiltere'yi sarsarak emekliligini açikladi.. Kulüp yönetimi, futbolcular ve taraftar efsane teknik adami bu kararindan vazgeçirmeye çalisti, hatta yerel bir fabrika Shankly'i grev yapmakla tehdit etti ancak teknik adam bu jestleri nazik bir sekilde geri çevirerek görevi Bob Paisley'e birakti..

17 Ekim 2007 Çarşamba

Bill Shankly


"İnandığım sosyalizm herkesin herkes için çalıştığı ve herkesin ödüllerden pay aldığıdır. Futbolu ve hayatı böyle görüyorum."
Bill Shankly

3 Ekim 2007 Çarşamba

15 Eylül 2007 Cumartesi

e-postama düşen "turkfutbolu" mail grubundan gelen Şener Yelkenci'nin gönderisini sizinle de paylaşmak istiyorum...
aynen aktarıyorum..
---------------
----------------------------
----------------------------------------------


kimden

Sener Yelkenci
ayrıntıları gizle
14 Eyl (13 saat önce)
yanıtlama adresi

turkfutbolu@yahoogroups.com

kime

TFSYT

tarih
14.Eyl.2007 10:49

konu
TF kaos'a bir kala

--
e.belozoglu'na iliskin m.demirkol yazsisini (asagida)okuyunca coktandir gezmedigim platformlari geziptepkileri okuyayim dedim. konu "basit futbol"un cokotesine tasmis, isin icine futbola olan bakisimizgirmis.'akil' ortamlarda emre'nin yanlis(lar)i kabulediliyor. fanatik -haliyle- kalabalik ortamlardabilindik basin karsitligi nedeni ile emre -ve alinan'basarili' sonuc- kabul goruluyor, onaylaniyor.pfd baskani turgay seren emreyi kiniyor (bir basincalisani olarak bunu yapmasi gayet normalkarsilanabilir mi?) tsyd'de keza ayni tutum goruluyor.tff topu teknik yonetime atiyor. ceza verilecekseonlar verecek diyor."emre'nin bundan sonra milli takima alinmamasi" gibibir kararin cikacagina hic inanmiyorum. cikmali mi, okonuda da emin degilim. cunku bugun turk futbolununicinde bulundugu ortamda hicbir ahlak kuraliningecerliligi yok artik. yani oyle bir toplum dusununki; icinde her turlu pislik icin kabul edilebilir biraciklama olsun. isin civisinin ciktigi noktadir bu.ahlaksizligi bu denli sindirebilir bir futbolkultur-suzlug-u asla tek basina bir topcunun, hocanin,taraftarin, yoneticinin, gazetecinin eseri olamaz.boylesi bir kaosta 'erdem'li bir karar nasilalinabilir? mac baslamis ama biz oyunun daha 1.dakikasinda 'erdem'in ayagini kirip kenara almisgibiyiz...... biz 'neyi' izliyoruz? ... peki biz 'niye' izliyoruz?http://www.milliyet.com.tr/2007/09/14/spor/ydemirkol.html

--
---M. DemirkolGera oyundan atilmis. Terim 4. hakemin ustune yuruyor:Elini kaldirip iki ve kart hareketleri yaparak.Atilmis adami bir defa daha attiracak. Hakem 'atildigidiyor' diyor muhtemelen. Cunku Gera'yi gosteriyor daanca sakinlesiyor Terim. Hadi heyecanina verelimhocanin. Unutalim gecmisteki olaylari. Rakibe zatenverilen kirmizi karta bu kadar kendini kaybeden hocam,penalti ve Hakan'a kirmizi kart ciksaydi ne yapardi?Dusunmeyelim. Ama isin futbol yonunu dusunelim.Malta'dan yedigimiz golun aynisi sonumuz oluyorduneredeyse. Faul yap, sonra uyu. Bir de bak ki, rakipkalecinle karsi karsiya. 3 gunde ayni acayippozisyondan 2 tane veriyoruz. Alin size ders!.'Ders almam ders veririm'Biz ogrenmeye acigiz. Ama sorarak ogrenmek en iyisi.Soralim o zaman: Malta macindaki kadro nerede? Toramanneden yedekte? Forvet hatti tamamen neden degisti?Ayhan neden 11'de. Hamit neden orta sahanin gobegindedegil. Dogrusu buysa. Ders nerede?Turk Milli Takimi, Dunya Kupasi katilimcisi olmayantek grupta mucadele ediyor. Iskocya, Polonya, Irlanda,Romanya gibi yuksek formlu takimlar da yok grupta. Nevar peki Mhyre, Nikopolidis, Iskoc hakem Dougal...Peki futbol var mi? Kurtarici bir Imparator olanTerim'in bildik sihirli dokunuslari var mi?Yok! Peki ne var! Ozlu sozler: "Intikam almakistiyorsaniz 2 mezar kazmalisiniz". Vay anam vay! Birsonraki basin toplantisinda duelloya davet edilecegizsanirim. Sonra da silah secimi olacak herhalde.Baska ne var! 3 mac seyircisiz. Sorumlusu kim!Federasyonun mac oncesi yaptigi 'itidal cagrisi'nabakilirsa sorumlu seyirci. Halbuki Isvicre macindaseyirci ne yapti ki! Sahada, kulubede hala sorumlular.Gera'nin atilisindan sonra cildiran hocam ve goldensonra basin tribunune 'hareket ceken' kaptanim. Ahbenim guzel milli takimim.Terbiyesizligin kaptaniO terbiyesiz adam 27 yasinda. 11 yildir uluslararasiarenada. 2 buyuk ligde oynadi. 44 kez A Milli. Isvicremacinda rakip kovalayan, Ingiltere'de hakkindairkcilik sorusturmasi acilan, nihayet sahada milliformayla ve kaptanlik bandiyla hareket ceken adambenim milli takimimin kaptani. Ozur dilemis. TipkiTSYD'nin aciklamasindaki gibi ben de kabul etmiyorum.Eger bu ahlak yoksunu adam, bir daha milli takimformasi giyerse, onu cagiran da bu suca, buterbiyesizlige ortak olacak. Eger bu adama bir cezaverilmez ustune de prim alirsa bu ahlak yoksunlugunufederasyon da ustune alacak. Ya maci kaybetseydik neolacakti? Kime cekecekti o hareketi, koridorda Macarmi kovalayacakti? Yoksa mixed zone'da muhabir midovecekti? Onu Ingiltere'de buradakinden 5 kat fazlaelestiriyorlar. Yapabilecek mi oradaki basina ayniseyi? Bekliyorum. Bir gun oynarsa goruruz herhalde.Bu kadarla bitiyor mu?Bir milli takim dusunun:1- Oyunculari basina, dolayisiyla halka konusmuyor.2- Galibiyet primlerini kendileri belirliyor.Yani hesap vermek, aciklama yok. Hakaret, olum tehdidicagristiran aciklamalar, terbiyesizce el-kolhareketleri var. Acaba hayatlari boyunca babalarindanalabilmisler mi istedikleri parayi? Ya da kuluplerihic onlara primi siz belirleyin demis mi? Kimin parasio? Ve eger 65. siradaki Macaristan'i yenmenin oduluacik cekse, 115. siradaki Malta'yla berabere kalmanincezasi ne? Ya da yarin obur gun Dunya Kupasi'nikazanirsak Bogaz Koprusu'nu mu vereceksinizoyunculara? Ve o zaman biz elestiride bulunduk diyeTaksim Meydani'nda asilacagiz herhalde.Baksaniza bazilarini elestirmek simdiden 'gunah'statusune girdi bile.Ah benim Milli Takimim.Tebrikler. Macaristan Zaferi icin.Ama ben size Macaristan'i yenemezsiniz demedim ki...mdemirkol@milliyet.com.tr
----------------
yıllarca kalsın isterim bu yazılar...
yıllarca..
ben bunarım ama çocuklarım okur belkim..
belkim onlar da merak salar bu boştan işlere..
bilmem belki de..
:)
seyhun

11 Eylül 2007 Salı

Darağacında kinli futbol

Yakınlaşan toplumsal grupların aynı ahenk üzerinde zeminleşmesi oldukça basit ve kısa zamanlıdır, ancak aynı şekilde dağılma olgusunu düşündüğümüzde de sonucun vahim ötesini bulacağından sosyolojik bakış açısı yeterlilik gösterecektir...

Nedir bu dağılma...?

Sosyal zeminlerin fazlaca uyumsuz olduğu memleketlerde toplumsal uyumu ve anlayışı beklemek sanırım fazlaca ütopik olacaktır...
"Çarşı Sinan Engin'e Karşı" pankartının belli bir güruhun eseri olduğu yaşanan katli ölüm olayıyla da vücut bulmaktatır... Tribünün son halini bilememekle beraber bu duruşun grup içinde hizib-i ahlen olduğu mümtaz derecede aşikardır... iş, bu hizibin doğruluğu ya da yanlışlığı değil, hizip olgusunun ne anlam taşıdığıyla alakalıdır...

Çarşı grubu içindeki bir kaç değerli idare heyetinin üyesi durumundaki şahsın katil bir diğerinin de bjk tribünü açısından şehit olması sanırım hesaplaşmanın sadece ekonomik güç gösterisi değil psiko-sosyo-ekonomik bir denklem içinde olduğu, adımıza kaçınılmaz bir gerçektir...

Sosyal alanların darlığı, vücut bulamama, boşalamama endişesi grup içindeki bireyi grupsallaştırarak bir nevi grupçuk haline sokmaktadır... yani; sosyal masturbasyonları bir nevi eksik olan bazı grup üyelerinin (ya da doğru tanımla idare heyeti üyelerinin) bu sosyal boşalımı ve rahatlamayı sağlamadaki birincil iç dürtüsü durumundaki "bencilce yaklaşım" ve bir o kadar da "hayvansal iç güdü anlayışı" kontrolsüz ve ahmakça tepkileri doğurabilmektedir...

Olayın medyatik boyutunda aldığımız algısal öğrenimin adıma vermiş olduğu gerçek; Çarşı grubu ilk iç saha maçında "hizip" ve "darbe" olgusuyla karşı karşıya kalacağıdır...
doğru ya da yanlış; ama aslolan gerçek: sadece inanç olmalıdır... benlik o esirde bir askerse doğru yol kendini gösterir... yoksa gerisi küllüm paralı asker betimidir...

----------------
Ferdi kardeş
Ruhun Şad Olsun...

13 Ağustos 2007 Pazartesi

Helal Olsun Çarşı


Mafyatikliğin, eşkıyalığın, ağır ağabeyliğin, balık hafızalılığın kol gezdiği, prim yaptığı bir ülkede ilkeli duruşundan ödün vermeyen Beşiktaş taraftarına helal olsun...

6 Ağustos 2007 Pazartesi

FUTBOLUN EYLEMİ BU HAFTA BAŞLIYOR...


ülkemizdeki futbol hareketliliği bu hafta sonu sezonun ilk maçıyla başlıyor.. tribünlerin ve kentlilik bilincinin daha da büyümesi ve gelişmesi dileğiyle...

futbol eylemi memleketimize ve biz futbol severlere hayırlar getirmesi dileğiyle :)


KAHROLSUN POPÜLİST-REKLAMCI KAPİTAL FUTBOL GÜRUHU...


SOKAKLARDA TEK TOP KALINCAYA KADAR EYLEME DEVAM...


YAŞASIN FUTBOL!..

25 Temmuz 2007 Çarşamba

Optik Baskan...


Tribunlerden bir kayip daha...Taniyanlarin ve renktaslarinin basi sagolsun...

20 Temmuz 2007 Cuma

12 Temmuz 2007 Perşembe

Melih Efendi, değerleri talan etme derdine düşmüş..

melih efendi, AKP belediyelerinin devlete ait arazileri elaleme peşkeşlemesine heveslenerek atatürk orman çiftliği arazisi içinde yer alan gençlerbirliği tesislerini kaldırıp yerine otel, iş merkezi vs. koyma derdine düşmüş..
kabahatli belli ama esas kabahatli kent kültüründen yoksun köksüz kentliler.. sahipsizlik talanı cok daha hızlandırıyor..
bu konu hakkında alkaralar'ın yayınladığı bildiriyi sizle de paylaşmak istiyorum..
----------
Kamuoyunu uyarıyoruz! Atatürk Orman Çiftliği 2007 Genel Seçimleri öncesi aceleyle talan edilmek isteniyor! Talancılar Gençlerbirliği Spor Kulübü Tesislerini de yıkmaya hazırlanıyor! Gençlerbirliği taraftarları olarak son zamanlarda çoğu konuda eleştirdiğimiz Başkanımız İlhan Cavcav'ın bu konuda sonuna kadar arkasında olduğumuzun bilinmesini istiyoruz. Gençlerbirliği sahipsiz değildir!

Gençlerbirliği tesisleri 49 yıllığına kullanım hakkına sahip olmak kaydıyla kulübümüz tarafından, Atatürk Orman Çiftliği Arazisi’nde inşa edilmiştir. Gençlerbirliğimiz’in ülke sporuna yaptığı, hiçbir şekilde yadsınamayacak katkının temelindeki unsur olan modern altyapı tesislerimiz bugün yıkılmak isteniyor. Peki böyle bir durum malum üç İstanbul takımı için yaşansaydı, kamuoyu bu kadar duyarsız mı kalacaktı? Söz konusu olan gerçekte nedir? Gerçeklerden söz edenler neden Beşiktaş Ümraniye Tesisleri hakkında bir sorgulamaya girişmiyor? Gen.lerbirli[i’nin arkasında duracak siyasetçiler ve sermaye grupları olmadığı için mi? Burada söz konusu bir çifte standart mı yoksa Gençlerbirliği bu ülkenin bir takımı değil mi? Yıllar önce kaderine terk edilmiş, adına yakışmayacak bir hale düşürülmüş olan Atatürk Orman Çiftliği sınırlarındaki tesislerimizin olduğu arazi, 30 milyon dolar haracanarak, bu ülkenin hizmetine sokulmuştur; hem de dönemin Cumhurbaşkanı’nın katıldığı bir açılış töreniyle. Binlerce gence spor sevgisini aşılamış, Türk futboluna sayısız genç yetenek kazandırmış, dünyaca ünlü kulüplerin gelip gıptayla izlediği ve örnek almak istedikleri bir tesis yıkılmak isteniyor. Peki neden? Kısaca değinelim: 8 Temmuz 2006 tarih ve 26222 sayılı resmi gazetede yayınlanan, AOÇ Müdürlüğü Kuruluş Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Yasa aslında herşeyin açıklayıcısı. 21 Haziran 2006 tarihinde bu yasa değişikliği ile Ciftlik, Ankara Büyükşehir Belediyesi'ne teslim ediliyor. Yasanın TBMM’den çıkmasının hemen akabinde Ankara Büyükşehir Belediye Meclisi tarafından 12.1.2007 tarih ve 207 sayılı kararla kabul edilen Atatürk Orman Çiftliği Arazileri ve Doğal Sit Alanına ilişkin 1/25.000 ve 1/10.000 Ölçekli Nazım İmar Planları ve Koruma Amaçlı Nazım İmar Planları’nın Belediye tarafından yapılması acilen karara bağlanıyor. Birçok karanlık noktası bulunan bu yasa değişikliği ve belediye meclisi kararı sonucunda Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne bircok ‘kazanımın’ yanında 2 milyon 600 bin m2 inşaat alanı sağlanıyor. Bu da söz konusu arazide yeni alışveriş merkezleri ve dev sitelerle birlikte oluşacak yeni rant alanları demektir! Bunların yanında AOÇ’nin yok olması demektir! İşteö Gençlerbirliği Spor Kulübü Tesisleri bu rant paylaşımına kurban edilmektedir! TMMOB Peyzaj Mimarları Odası’nın, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası, TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi ile birlikte gerek yasa değişikliğinin gerekse İmar Planları’na dair Belediye Meclisi kararlarının ulusal ve uluslararası normlara aykırılıkları nedeniyle Ankara 1. İdare Mahkemesi‘nde açtıkları ve bizim de buradan desteklediğimizi ilan ettiğimiz iptal davası sürmektedir. Kamuoyunu uyarıyoruz! Atatürk Orman Çiftliği 2007 Genel Seçimleri öncesi aceleyle talan edilmek isteniyor! Talancılar Gençlerbirliği Spor Kulübü Tesislerini de yıkmaya hazırlanıyor! Gençlerbirliği taraftarları olarak son zamanlarda çoğu konuda eleştirdiğimiz Başkanımız İlhan Cavcav'ın bu konuda sonuna kadar arkasında olduğumuzun bilinmesini istiyoruz. Gençlerbirliği sahipsiz değildir! 11 Temmuz 2007 Alkaralar

4 Temmuz 2007 Çarşamba

Son Kahraman...

Arabanın arka camının olduğu köşeye takımın kaşkolunu sermek bir fanatik için müthiş bir masturbasyondur...
şimdi sıra geldi seçime... parti flamaları ya da aday afişleri yer edindi arabalarda, evlerin balkonlarında...
sınıf gerçeğini de işin içine kysak keşke.. ne güzel bir sonuç çıkar ama.. "şampiyon değiliz ama iktidara az kaldı" nidalarıyla hırçın bir serzeniş..
güzel olmaz mı ama...

3 Temmuz 2007 Salı

Taner Akçam'ın Mektubu

Hurriyet gazetesinin hakkimda yaptigi yayin > konusunda > ekteki aciklamayi > yaptim. Dagitimi konusunda yardimci olursaniz > sevinirim. > Saygilar > taner akcam >


> -- > Taner Akcam > Visiting Associated Professor > History Department > Center for Holocaust and Genocide Studies > University of Minnesota > 100 Nolte Center > 315 Pillsbury Drive SE > Minneapolis, MN 55455 > > tel (612)624-2988 > fax (612)626-9169 > > > > >

Bir Kampanya’nın Düşündürdükleri > >

Hürriyet gazetesi 21 ve 23 Haziran 2007 tarihleri > arasında şahsımı karalamaya yönelik bir dizi > haber yaptı. İlk bakışta bir olayın perde > arkasını anlatıyor havasını veren bu haber > dizisi aslında bir “Taner Akçam’ı linç > kampanyası” niteliği arzediyor. Konu benim 18 ve > 25 Mayıs 2007 tarihlerinde AGOS gazetesinde > yayınladığım iki yazı ile ilgili. Bu > yazılarımda, uzun bir süreden beri özellikle > ABD’de aleyhime yürütülmekte olan kampanyada, > “Holdwater” takma isminin ardına saklanarak, > sahibi olduğu http://www.tallarme niantale. com > sitesi üzerinden önemli bir rol oynayan bir > muhbirin esas kimliğinin Murad Gümen olduğunu > açıklamıştım. > Radikal Gazetesinin, Radikal 2 ekinde 4 Mart 2007 > tarihli yazımda ayrıntılı olarak anlattığım > gibi özellikle Kasım 2006 yılında “A Shameful > Act: The Armenian Genocide and the Question of > Turkish Responsibility” adlı kitabımın > yayınlanmasından sonra, şahsıma karşı belli > bir merkezden organize edildiği belli olan, > sistematik bir kampanya başlatılmıştır. > Kampanya esas olarak, benim bir terörist olduğum, > Türkiye’de Amerikalıları öldürdüğüm veya > öldürülmelerini organize ettiğim, 1976 yılında > terörist faaliyetlerim nedeniyle Türkiye’de > hapse atıldığım vb. biçimindedir. > Bu karalama kampanyasının bir parçası olarak, > ev ve işyeri adresim, telefon numaralarım > İnternet ortamında dağıtıldı, “haine selam > gönderme” çağrıları yapıldı. “You Tube” > internet sayfasına terörist eylemlerimi > açıklayan videolar kondu. Ölüm tehditleri > içeren emailler aldım. Kitabın tanıtımı > nedeniyle değişik üniversitelerde düzenlenen > tanıtım toplantılarım engellenmeye > çalışıldı. 1 Kasım 2006’da New York > Üniversitesi’de fiziki olarak saldırya > uğradım. Ve nihayet 16 Şubat 2007’de > Kanada’ya girerken, “terörist olduğum > şüphesi” ile 4 saat göz altında tutuldum. > Murad Gümen, nâm-ı diger “Holdwater” bu > kampanyada önemli bir rol oynuyordu. İnternet > sitesinde benim 1973-5 dönemlerinde, öğrenci > olayları sırasında, bildiri dağıtmak, afiş > aşmak nedeniyle, tarihlerini benim bile unuttuğum > kısa süreli göz altına alınmalarımı terörist > eylemlerimin listesi olarak sunuyor ve > “terörist” olduğum konusunda Amerikan > yetkililerine şikayet dilekçeleri verilmesi > çağrısı yapıyordu. Ayrıca Amerikan > yetkililerini de bu teröriste karşı görevlerini > yapmaları için uyarıyordu. > Şahsın sitesinde hakkımda yer verdiği > bilgiler, son derece sistemli ve organize bir tarzda > internet ortamında ulaşabilen her yere konuyordu. > Bunlardan birisi de internet Ansiklopedisi Wikipedia > idi. Kanada’da göz altına alınmam sırasında, > görevliler, Wikipedia’daki bu şahsın > sitesindeki bilgilere dayanılarak yazılanları > aleyhimde delil ve göz altına alınma nedenim > olarak sundular. > Sonuç olarak, ben AGOS’taki yazılarımda tüm > bu kampanyayı Holdwater adının arkasına > gizlenerek sürdüren bir muhbirin gerçek > kimliğini açıkladım o kadar. Hürriyet aleyhime > yürütülen sistemli kampanyayı organize eden bu > muhbirin gerçek kimliğini açıklamamı bir suç, > bir ahlaksızlık olarak okurlarına sunuyor. Bu > şahsın hayatını tehlikeye attığım iddia > ediliyor. Bildiğim kadarıyla, aleyhime > yürütülen ahlaksız kampanyanın sahibi Murad > Gümen’e yönelik herhangi bir kampanya yok. Ve > yine bilinmesinde fayda var ki, eğer Murad > Gümen’in şahsına yönelik, kendisinin bana > yönelik organize ettiği kampanya türünden bir > kampanya olursa, onu herkesten önce ben savunurum. > Hürriyet gazetesinin Murad Gümen’i savunarak, > aleyhime başlattığı kampanya iki nedenden > dolayı son derece düşündürücü. Birincisi, bu > kampanya Hrant Dink aleyhine başlatılan linç > kampanyası ile ciddi benzerlikler göstermekte. > Hrant Dink’in Sabiha Gökçen’in bir Ermeni > olduğunu açıkladığı makalesi de AGOS’da > yayınlandıktan bir müddet sonra Hürriyet > Gazetesinden manşete taşınmış ve onun aleyhine > “vatan haini” olduğu “Türklüğe ihanet > ettiği” yolunda kampanyalar sürdürülerek, > öldürülmesi ile sonuçlanan olaylar dizisi > tetiklenmişti. Benim bundan tam bir ay önce > AGOS’da yazdığım bir yazıyı başlığına > taşıyan gazete, Emin Çölaşan gibi köşe > yazarlarının da katılmasıyla, aleyhimde “vatan > haini” ve “Türkiye’ye ihanet etmekte” > olduğum üzerine sürdürülen bir kampanyayı > başlatmış görünüyor. > Hürriyet’in kampanyasının düşündürücü > olmasının ikinci nedeni benim 11 Haziran > 2007’de, yani bu kampanyadan tam 10 gün önce, > Holdwater’ın kimliğin açıkladığım için bir > tehdit mektubu almış olmamdır. Gerçek kimliğini > saklayan ve beni ölümle tehdit eden şahıs aynen > şunları yazıyordu: “Bugün bizler yasal > sınırlar içerisinde senin ve dostların olacak > mahlukatlar ile mücadele etmeye başlıyoruz. Ancak > bundan sonuç alamazsak başka alternatif yollara > başvuracağız. Dünyadan senin gibi lağım > mikrobunun silinmesi, dünya barışı ve gerçekler > için daha iyi olacaktır...Yarı n senin için çok > daha zor olacak. Dua etki bir an önce şeytan seni > götürsün, yoksa bu dünyada cehennemi yaşamaya > başlayacaksın... . Holdwater'ı keşfettin > sanıyorsun... Ancak çok yanılıyorsun. Çünkü > dünyada milyonlarca Holdwater var şu anda... > Birgün sen ve senin vahşi ermeni kankaların bu > Holdwater denizinde boğulacaksınız... > Gerçekler acıtır..., hemde çok acıtır. > Birgün bu acıyı öyle bir hissedeceksin ki bu > satırları okurken nasıl olduğunu > hatırlayacaksı n.” Hürriyet Gazetesinin > aleyhimde başlattığı kampanyanın karakteri ile > bu tehdit emailinde dile getirilenler arasındaki > benzerlik ürkütücüdür. > Tehdit’in sahibi mektubunu, “Ben kim miyim? > Öğreneceksin Taner, öğreneceksin”, sözleriyle > bitiriyor. Belki de Hürriyet’in başlattığı > kampanya ile bu kişinin kim olduğunu > öğrenemeyeceğim ama nelere kadir olabildiğini > öğrenmiş bulunuyorum. > Bu noktada benim yapabileceğim tek şey, > hakkımda T.C.K’nın 301. maddesine göre > soruşturma açan Cumhuriyet Savcısına > söylediklerimi tekrar etmektir: > 1. Ben ABD’de Minnesota Üniversitesinde > çalışan bir tarih hocasıyım. > 2. Bilimsel çalışmalarım sonucunda oluşan > kanaatimi, bilgilerimi kitap ve makalelerime > aktarıyorum. > 3. Herhangi bir dini ve milli gruba hizmet veya > bir milleti aşağılamak için değil, bilimsel > çalışma sonucu oluşan düşüncelerimi basın > özgürlüğü ve akademik düşünce özgürlüğü > çerçevesinde yazılarıma aktarıyorum. > 4. Bu bağlamda, 1915 yılında Ermenilere > yönelik uygulanan İttihat ve Terakki Partisi > politikalarını n, 1948 Birleşmiş Milletler > Soykırım Sözleşmesine göre soykırım olarak > tanımlanabileceğini düşünüyorum. > Bilebildiğim kadarıyla bu fikirleri dile > getirmek bir suç değildir. Aksine bilgi ve > belgeler ortaya çıkarsa, bu konudaki kanaatimi > değiştirebileceğim gibi yeni ve farklı fikirler > de ileri sürebilirim. > Hürriyet gazetesi, Murad Gümen’e ve onun > kişilik haklarına sahip çıkarak bana, büyük > bir ahlak dersi vermek istiyor. Gazete, eğer > insanların hayatlarına yönelik açık tehdit > kampanyaları konusunda cidden duyarlı olmak > istiyorsa, öncelikle temel bir ahlaki kuralın > savunuculuğunu yapmalıdır. Araştırdığı > konuda kitap yayınlamak gibi en sıradan insani > hakkını kullanan bir bilim adamına yönelik, hem > de isim saklanarak saldırı kampanyaları organize > etmek, muhbirlik yapmak son derece ahlaksız bir > davranıştır. Tek suçu 1915 hakkında Türkiye > Devleti tarafından savunulan resmi tezin dışında > fikirler ileri sürmek olan bir bilim adamına > karşı aylardır sürdürülen linç kampanyası > konusunda Hürriyet gazetesinin söyleyecek bir > şeyleri yok mudur? Hürriyet gazetesi, saldırı ve > karalama kampanyaları organize eden, isim > saklayarak muhbirlik yapan bir kişinin > davranışlarını ahlaki bularak bu kişinin > işlediği ahlaki suça > ortak olduğunun farkında değil midir? > Durum endişe vericidir ve ürkütücüdür. Tarih > konusunda farklı düşündüğü için bir > akademisyen, “Vatan Haini”, “İhanet > içinde”, “Türk ve Türkiye Düşmanı” > sıfatları ile tanımlanarak linç edilmek > istenmektedir. Hürriyet gazetesi, yaptığı yayın > politikasıyla yeni bir cinayetin kamuoyunu > hazırlamak görevine soyunmuş gibi görünüyor. > Beni en çok üzecek olan, gerek Türkiye > Cumhuriyeti devleti yetkililerinin, gerekse > Hürriyet gazetesinin kendileri için önemli > olduğununu düşündükleri bir konu için sıradan > bir muhbirin arkasına sığınmak ihtiyacını > duyacak kadar düşkün olmalarıdır. Ne > Türkiye’nin, ne Hürriyet’in doğru buldukları > fikirleri savunmaları için bir muhbire muhtaç > olacak kadar küçülmelerine gerek yoktur. Bu hangi > zihniyettir ki, Hürriyet gazetesi, ülkesine > serbestçe girip çıkan, hakkında terörizm suçu > nedeniyle herhangi bir kovuşturma olmayan bir > vatandaşı hakkında, ABD’de terörizm suçlusu > olduğu yolunda kampanya yapılmasına, onun > işiyle, ekmeği ile oynanmasına onay vermekte, ve > bu kampanyayı yapan Murat Gümen’i göklere > çıkarmatadır. > Üzerinde konuştuğumuz konu, tarihle yüzleşmek > gibi, Türkiye’nin en can alıcı, en hayati > sorunlarından birisidir ve bu sorun, > adıyla-sanıyla savunduğu fikirlerin arkasında > durma medeni cesaretini gösterecek özgür > bireyleri gerektirir, muhbirleri değil. Tarihsel > hakikatlerin ortaya çıkartılması ve demokratik > ve özgür bir toplum kurma yolunda ihtiyacımız > olmayan tek şey yazdıklarının arkasında bile > durmayı beceremeyen muhbirlerdir. > Türkiye’nin tarihi ile yüzleşmesi, ülkemizde > ve bölgemizde farklı ulus ve halklar arasında > barışın ve demokratik ilişkilerin yerleşmesi > için bir zorunluluktur. Ancak tarihi üzerine > konuşmayı başarabilen uluslar, demokratik ve > özgür bir gelecek kurabilirler. Tarih üzerine > açık konuşmayı bir suç olarak telakki etmek, > bunu savunanlar karşısında muhbirlik faaliyetine > girme ve linç kampanayası organize etmek > işlenebilecek suçların en büyüğüdür. > Tüm basını ve kamuoyunu aleyhime yürütülen > bu linç kampanyası karşısında sessiz kalmamaya > davet ediyorum. Eğer bu kampanya bu tarzda > sürdürülmeye devam ederse, sadece benim, ailemin > ve yakınlarımın hayatı değil, Türkiye’nin > özgürlüğünü arayan geleceği de tehlikeye > girecektir. Tarih üzerine konuşmanın suç > olmadığı, farklı düşünen insanların linç > edilmelerine çağrı yapmanın büyük bir > ahlaksızlık olduğu öğrenilmedikçe, demokratik > ve çağdaş bir yarın inşa edilemez.

29 Haziran 2007 Cuma

Aklı Mahalle Maçlarında Kalmış Büyümemiş Çocuklara...

Ziya Adnan'ın Alkaralar'da yayımlanan yazısından alınmıştır...
----------------------------------------

Aklı Mahalle Maçlarında Kalmış Büyümemiş Çocuklara …

Hani herkes arkadaş hani oyunlar sürerken kimse bize ihanet etmemiş biz kimseyi aldatmamışken hani biz kimseye küsmemiş hani hiç kimse ölmemişken eskidendi cok eskidendi … Murathan Mungan Çocukluk günleri hiç geçmez, büyümemiş çocuklardan, velhasıl çocukluk hikayeleri de. Her fırsatta, “Eskiden, çok eskiden…” diye başlayan tozlu hikayelerini anlatırlar birbirlerine, hiç unutmadıkları. Her büyümemiş çocuğun belleğine kazınmış, asla silinmeyecek bir çocukluk fotoğrafı, siyah beyaz. Şimdiki çocuklar kadar hızlı büyümemiş, şimdi ki çocuklar kadar hızlı kirlenmemiş, şimdi ki çocuklar kadar herşeyi çarçabuk eskitmemiş, çokbilmemiş, unutmamış. Büyümemiş çocuklar hep anlatırlar. Onların, hep anlatılmayı bekleyen, içlerinde bir yerlerde kalmış neşeli hikayeleri vardır. Şimdi, hayatın neresinde olurlarsa olsunlar, akılları tozlu arsalarda, mahalle maçlarında, Japon kalelerde, ‘atan alırlar’ da kalmış, büyümemiş çocuklar; bu yazı onlara … Bu yazı Umut Sokağı çocuklarına … *** O büyümemiş çocuklar gibi, benim hikayem de çok eskide başlar. Televizyonların hala siyah beyaz olduğu, parlak yıldızların altına kurulmuş, çakıl taşlı bahçeli açık hava sinemalarında, Ayhan Işık, Türkan Şoray, Sadri Alışık, Vahi Öz filmlerinin oynadığı, Gırgır dergisinin yok sattığı, Avanak Avni'nin, ‘Yavlum Mithat’ın maceralarına, Zihni Sinir’in projelerine herkesin güldüğü yıllarda. Oğuz Aral’ın aramızda olduğu, mütevazi zamanlarda. Gençliğin, Ses dergisi,Hayatspor okuduğu, erkeklerin küpe takmadığı, herkesin komşusunu tanıdığı, bayramlarda büyüklerin elini öptüğümüz, TRT-1’de ‘Arkası Yarınları’, ‘Radyo Tiyatrosunu’ dinlediğimiz, taş plaklarda Zeki Müren şarkılarının çalındığı yıllarda. Futbol sahalarında, Göztepe’nin, Altınordu’nun, Eskişehirspor’un, Vefa’nın, PTT’nin Hacettepe’nin adından söz ettirdiği, hepimizin futbol sahalarında Metin Oktay, Cemil Turan, Aliosman Renklibay ve hatta Pele, Gerd Müller olduğu, şimdi çok eskide kalmış, bir varmış bir yokmuşlarda … Mahallelerin günümüzde ki gibi araba istilasına uğramadığı, beton binaların, güvenlikli sitelerin mantar misali yerden bitmediği, internet kafe, dershane kavramının bilinmediği, ne evimizde, ne cebimizde telefonun olmadığı. Boş arsalarda yaz-kış futbol oynadığımız, evlerimizde ki çerçevelerin arsalar kadar boş olduğu yıllarda. Oyunların sürdüğü, herkesin arkadaş olduğu,henüz kimsenin ölmediği … *** Mahalle maçlarımız vardı bizim, okuldan çıkınca koşarak soluğu aldığımız. Mahalle maçlarımız, Hatice’nin değil, neticenin önemli olduğu. Binbir güçlükle biriktirilmiş paralarla, mahalle bakkalından alınmış, iki plastik top, biri yırtılmış, diğeri içine geçirilmiş, rüzgardan uçmasın diye. Kimbilir, belki de top iyi zıplasın diye, hangi çocuk akıl etmişse. Kaybeden takımın, diğerine gazoz ısmarladığı, bazen de karperli. kaşarlı ekmek. Sonra, geçen zaman içinde, hiçbir şey o gazoz ve karperli ekmek kadar tat vermedi hayatta, nedense… Taştan kaleler, adımlayarak ölçtüğümüz, kimsenin kaleci olmak istemediği. Kanayan dizlerimiz, maçın en heyecanlı yerinde, balkondan bizi eve çağıran annemiz. Mahalle takımımız Malaspor’umuz. Bir de aşağı mahalle, en büyük rakibimiz, kavga bahanemiz. Yıldız oyuncular, her takımda mutlaka bir tane. Takım kaptanımız, içimizde en yetenekli olanı. Formalarımız, fanilalardan yapılmış, arkasında ki numaralar ayakkabı boyası ile yazılı. Ne formaya reklam, ne de şimdi ki garip sırt numaraları, yalnızca onbire kadar. Bizden büyük abilerimiz, bize taktik veren, topa nasıl vurulur gösteren, iyi futbolcu olmanın inceliklerini anlatan… Üç korner bir penaltı sayılır, topun sahibi çocuk mutlaka bir takımda oynardı. Pek yetenekli olması gerekmezdi. Yeni gelen, oyuna girmek için kaptandan izin alır, saat tutulmaz, yerine “beşte devre - onda biter” kuralı uygulanır, atılan her gole, karşı takım mutlaka, ama mutlaka itiraz ederdi. Kaleci, topu üç kere sektirince, rakip takım açılırdı… Giren gole penaltı, kaleden kaleye, bel hizasından yukarıya gol olmazdı. Maçın son dakikalarında, skor ne olursa olsun, ‘atan alırdı’. Penaltı atarken abanmak ayıp sayılır, duvardan ve kaleden kaleye gol olmazdı. Penaltı dediğin, ‘teknik’ atılırdı. Mutlaka, maçın en güzel yerinde, bir büyük ‘abi’ sahaya damlar, bir kaç varyete’den sonra topu dağa taşa yollar, oyunun neşesine turp sıkardı… Ve o dakikaya kadar çuval dolusu gol yiyen kaleci, onca golden sonra, ‘Tamam olum, artık esas kaleciliğimi göstercem…” derdi. İnanırdık… *** Çocukluk günleri hiç geçmez, hiç büyümemiş çocuklardan, velhasıl çocukluk hikayeleri de… Bizim gazozuna mahalle maçlarımız, top oynadığımız arsalarımız, her daim yaralı dizlerimiz, açık hava sinemalarımız, arkası yarınlarımız, Pazar pikniklerimiz, kıymetini ancak büyüdükten sonra anlayacağımız sokağımız, o sokakta arkadaşlarımız, büyüklerimiz vardı… Peki ya sizin, şimdi sizin neyiniz var çocuklar ? Ziya Adnan

Kentleştirilmesine izin verilmeyen mahsun bir anadolulu İstanbul çocuğu

Kent gerçeğini yaşayamayan veyahut da acizane bir mazlumluk sergisine kavuşan bireylerin başkalaşmış öte diyarlardaki kendilikleri...

Yaşam alanında ilkleşen bir yaşam süreci. doğulan ve gelişilen bir alan... küçük ya da büyük... sıkışık kent olgusu... darmadağın ve inşaa olmamış kent kültürü...
doğduğunda çıplak ayaklarını bastığın o mahsun toprağın senin kanına hücum edeceğini nerden bilebilisin ki... ya da sana senin komşu çocuklarının bileneceğini...

verilmeyen kentlilik ve alınmayan kültür... ve taşınmayan sosyal miras... sanırım mahsunların mazlumane adsız kimliklerinin betimlemesi bu olsa gerek!!!
yabancılaşan birey ve topluluk gelişiminin nacizane nezdinde olayı irdelersek, sanırım yegane gerçek de bu olsa gerek; "Kültür, acizane bir lütuf değildir ki verilsin... Eşek gibi almayı bileceksin!.." Alınmayan ya da alınamayan kent kültürü, kendinden sonra gelenlere boş bir sığlık bırakmaktan başka bir şey yapmayacaktır... Kültür, yaşam alanlarımızı keşfetmekten çok onları yaşayabilmekle özdeşik bir gerçekliktir... ondan gayri, kentsiz ve kültürsüz şehir romantiklerinin yegane sığınağı soluk aldıkları başkalaştıran başka diyarların nacizaneden yoksun kültürleri olacaktır...

Kültürsüzleşmemek adına; kent kültürünün bilinçlenmesi salığıyla...

28 Haziran 2007 Perşembe


Edebiyat, hayattır.

26 Haziran 2007 Salı

Hrant'ı katledenlerin halet-i ruhiyesi

Murat Belge bugün milliyetçilik üzerine yazmış. Son zamanlarda okuduğum en iyi köşe yazılarından biriydi ve aslında Türkiye'de "değeri" belirleyenin/tanımlayanın ne olduğunu anımsatması açısından da epeyce anlamlı bir yazı. Buraya da taşıyayım:



Murat Belge
26/06/2007 (2634 kişi okudu)
Sözünü ettiğim 'Türkçü siteler'de şu tür sloganlara sık sık rastlıyorsunuz: 'Milletlerin kardeşliği değil, Türklerin üstünlüğü!' Milliyetçiliğin böyle bir üstünlük gütme davasından arınmasının çok zor olduğunu, birtakım bireyler böyle inceltilmiş bir milliyetçi ideolojiyle yaşasa bile, kitlesel ideolojide bu gibi özlemlerin giderilemeyeceği sık sık söylenmiştir. Şüphesiz buna rağmen, bunun pekâlâ mümkün olduğunu savunanlar da vardır (kendileri de fazla inanmasalar bile). Çünkü biraz 'ölçü' bilenleri, bu davanın kamufle edilmiş olarak kalması gerektiğini de öğrenmişler. Ama 'Merhaba ırkdaşım' diye lafa başlayanların 'ölçü' filan dinlediği yok. Bunun iyi tarafı da işin harbi olması, gizlisinin saklısının kalmaması. Yani 'Türklerin üstünlüğü'... Bütün bu 'üstünlük' iddialarının, millet veya ırk düzeyinde ya da sözgelişi Nietszche'de olduğu gibi birey düzeyinde olsun, bir ezilmişlik ve altta kalmışlık kompleksinin sonucu olduğu çok söylenmiştir. Bunun böyle bir temelden kaynaklanan bir tavır olduğunun anlaşılması veya kanıtlanması da, uzun boylu sofistike psikolojik açıklamalar gerektiren bir şey değil. Konuşana bakınca anlaşılıyor. İddia sahibi, Yasin Hayal gibi, 'Efsane geri geldi' falan yollu, kendi için slogan üreten, her fırsatta şiddete başvuran (ama risk büyüyünce de başkasını işe gönderen) birileri. Sınırsız bir 'üstünlük' özlemi var, kendisi için. Ama bunun gerçekleşme yolu ne? Ne yapacak da, bu adam, üstün olacak, üstünlüğünü kabul ettirecek? Futbol oynayarak mı? Daha birkaç sokak kavgasında adam döverek mi? Bunlar hepsi başarıldığında, bir küçük kasaba çöplüğünün horozu olmanın ötesinde bir 'üstünlük' elde ediyor mu? Ama 'Türk' üstünse, Yasin de üstün, geçen gün aktardığım, durumu 'kan dökmek', 'etnik temizlik günü beklemek' ve benzeri letafet olan bütün bu zevat de üstün. 'Nesep' itibarıyla üstün olacaklar. Bu iş bu şekilde gerçekleştiğine göre, onlar da, ırkları da, Shakespeare gibi tragedya, Dostoyevski gibi roman yazmak zorunda değiller. Kant gibi felsefe yapmaları, Bach gibi konçerto yazmaları, Caruso gibi şarkı söylemeleri gerekmiyor. Bu isimleri bilmeleri bile gerekmiyor. Hatta, marifetleri, bilmemek. İşte, çocuk milliyetçi olmuş, milliyetçilik adına köfteci bombalamış, ayaktaşını gönderip Ermeni öldürtmüş, sadece bu zaten iyi bildiği ve iyi becerdiği işleri yaparak 'üstün' olduğunu kanıtlamış, ülkesinin Nobel kazanmış yazarına 'Akıllı ol, akıllı!' diye bağırıyor. Ve tabii o yazara, onun gibi başkalarına mahkeme kapısında bağıran bir başka 'üstün' Türk'ün denginin içinden bomba kutusu çıkıyor -üç eksiğiyle. Sonra, tabii, bütün bu 'üstün Türkler'in 'üst'leri var. Onlar bu kadar ayak altında, ortalıkta olmamalı, görünmemeli hesapça; ama 'Memleket elimizden gidiyor' korkusunun yarattığı telaşe içinde her şey çığırından çıkmış, onlar da sık sık 'görülür' veya 'işitilir' oluyorlar, bir fotoğrafın içinde beliriveriyorlar. Irkçılık, günümüzde, bu nihai biçimini aldı. Birilerine lazım, onun için pompalanıyor, yeniden üretiliyor. Avrupa Birliği'ne, yani demokratikleşmeye karşı, 'aşağıdan-yukarıya', sivil direniş örgütleyeceğiz ya, işte onun için bize böyle ateş gibi, yiğit bir gençlik lazım.Murat Belge
26/06/2007 (2634 kişi okudu)
Sözünü ettiğim 'Türkçü siteler'de şu tür sloganlara sık sık rastlıyorsunuz: 'Milletlerin kardeşliği değil, Türklerin üstünlüğü!' Milliyetçiliğin böyle bir üstünlük gütme davasından arınmasının çok zor olduğunu, birtakım bireyler böyle inceltilmiş bir milliyetçi ideolojiyle yaşasa bile, kitlesel ideolojide bu gibi özlemlerin giderilemeyeceği sık sık söylenmiştir. Şüphesiz buna rağmen, bunun pekâlâ mümkün olduğunu savunanlar da vardır (kendileri de fazla inanmasalar bile). Çünkü biraz 'ölçü' bilenleri, bu davanın kamufle edilmiş olarak kalması gerektiğini de öğrenmişler. Ama 'Merhaba ırkdaşım' diye lafa başlayanların 'ölçü' filan dinlediği yok. Bunun iyi tarafı da işin harbi olması, gizlisinin saklısının kalmaması. Yani 'Türklerin üstünlüğü'... Bütün bu 'üstünlük' iddialarının, millet veya ırk düzeyinde ya da sözgelişi Nietszche'de olduğu gibi birey düzeyinde olsun, bir ezilmişlik ve altta kalmışlık kompleksinin sonucu olduğu çok söylenmiştir. Bunun böyle bir temelden kaynaklanan bir tavır olduğunun anlaşılması veya kanıtlanması da, uzun boylu sofistike psikolojik açıklamalar gerektiren bir şey değil. Konuşana bakınca anlaşılıyor. İddia sahibi, Yasin Hayal gibi, 'Efsane geri geldi' falan yollu, kendi için slogan üreten, her fırsatta şiddete başvuran (ama risk büyüyünce de başkasını işe gönderen) birileri. Sınırsız bir 'üstünlük' özlemi var, kendisi için. Ama bunun gerçekleşme yolu ne? Ne yapacak da, bu adam, üstün olacak, üstünlüğünü kabul ettirecek? Futbol oynayarak mı? Daha birkaç sokak kavgasında adam döverek mi? Bunlar hepsi başarıldığında, bir küçük kasaba çöplüğünün horozu olmanın ötesinde bir 'üstünlük' elde ediyor mu? Ama 'Türk' üstünse, Yasin de üstün, geçen gün aktardığım, durumu 'kan dökmek', 'etnik temizlik günü beklemek' ve benzeri letafet olan bütün bu zevat de üstün. 'Nesep' itibarıyla üstün olacaklar. Bu iş bu şekilde gerçekleştiğine göre, onlar da, ırkları da, Shakespeare gibi tragedya, Dostoyevski gibi roman yazmak zorunda değiller. Kant gibi felsefe yapmaları, Bach gibi konçerto yazmaları, Caruso gibi şarkı söylemeleri gerekmiyor. Bu isimleri bilmeleri bile gerekmiyor. Hatta, marifetleri, bilmemek. İşte, çocuk milliyetçi olmuş, milliyetçilik adına köfteci bombalamış, ayaktaşını gönderip Ermeni öldürtmüş, sadece bu zaten iyi bildiği ve iyi becerdiği işleri yaparak 'üstün' olduğunu kanıtlamış, ülkesinin Nobel kazanmış yazarına 'Akıllı ol, akıllı!' diye bağırıyor. Ve tabii o yazara, onun gibi başkalarına mahkeme kapısında bağıran bir başka 'üstün' Türk'ün denginin içinden bomba kutusu çıkıyor -üç eksiğiyle. Sonra, tabii, bütün bu 'üstün Türkler'in 'üst'leri var. Onlar bu kadar ayak altında, ortalıkta olmamalı, görünmemeli hesapça; ama 'Memleket elimizden gidiyor' korkusunun yarattığı telaşe içinde her şey çığırından çıkmış, onlar da sık sık 'görülür' veya 'işitilir' oluyorlar, bir fotoğrafın içinde beliriveriyorlar. Irkçılık, günümüzde, bu nihai biçimini aldı. Birilerine lazım, onun için pompalanıyor, yeniden üretiliyor. Avrupa Birliği'ne, yani demokratikleşmeye karşı, 'aşağıdan-yukarıya', sivil direniş örgütleyeceğiz ya, işte onun için bize böyle ateş gibi, yiğit bir gençlik lazım.

25 Haziran 2007 Pazartesi

24 Haziran 2007 Pazar

Futbol ve Deplase -uzaktaki tren çalgıcıları-

Genel bir kalabalık vardır. söz verilmişçesine herkes aynı duruşu ve sözü hem fiili hem de gönülvari bir direngenlikle sergiler... kaçınılmaz ve eksiksizce.
Felsefeyi futbol lugatında terminolojileştirenler ile, futbolu gereksizlikler betimlemesinde hücumlaştıranlar arasında sonsuz bir fark vardır. bu fark, hem düşünsel hem de yaşamsal pratiklerle doğrudan ayırt edilebilecek biçimde gözlemlenebilmektedir. bu ayırt edici koşulları objektif bağlamda görmek isteyenler zaten bu farkı doğal nezdinde rahatlıkla görebileceklerdir.
futbol yaşamı içinde bir düşün zenginliğini ifade eden DEPLASE olgusu, bir duruştan ziyade düşün özgünlüğünü, bir vuruştan ziyade altyapı tekniğini, bir saldırıdan ziyade savunmayı ön plana koyar. farkın gerçek yüzü bu örneklemde iyi kötü ifade edilebilmektedir.
deplase gerçeğinin yaşam serüveni içinde renklenmesi onun insan ve topluluk üzerinde nasıl bir şekilde algılanmasıyla alakalıdır.
deplase; " "Yerini değiştirmek" anlamında deplase etmek ve "yeri değişmek" anlamında deplase olmak anlamında geçer*." sözlük ifadesindeki deplasenin gerçek çerçevesi ötekiliği ifade eder. öteki olmak azımsanmayacak kadar değerli ve farklıdır. bazılarına göre şerefli bazılarına göre de onurlu bir gerçektir. deplasenin bazılarımızca kendi çekimimizdeki algısı ise başlı başına olayın pratik yüzünü ya da fiziki hanesini ifade eder. genelde de algı toplumsal futbol gerçeğinde bu şekildedir. ancak, deplase olgusunun bu anlamda fakirleştirilmesi başlıbaşına hata olacaktır. futbol ve deplase bileşiminin gerçek yüzü; futbolu düşün gerçekliğiyle zenginleştirip yer değiştirmektir.
deplase gerçeğinin futbol üzerindeki felsefi argosu tarafımca bu şekilde anlamlandırılmaktadır. deplase asla deplasman değildir. deplase sadece ama sadece deplasedir.
filoloji bazında da farklılık kendini göstermektedir. deplase, bir sıfat olarak kullanılırken deplasman ise, isim olarak kullanılmaktadır. ancak, bizim sığ yığınımızın algısı deplaseyi sadece fiziki boyutta deglare ettiği için deplase gerçeği de bu şekilde fıkaralaştırılmaktadır.

*-> Türk Dil kurumu İnternet Süzlüğü

Netleşen Netsizlikler Üzerine

Malum, zaman aralıklarında bireyin toplumsal serüveni içinde yaşadığı beklenti hücumları veyahut da sapmaları, sonuç olarak bireyleri beklentisiz sonuçlara
taşıyabilmektedir.

"NET" lik kavramının insan beklentilerinde sonsuz bir duruşu ve argümanı vardır. Ancak beklentinin net hâl alabilmesi için -malum- bazı netsizliklerin de bertaraf edilebilmesi gerekmektedir. İşte bu arguman yığınsallığındaki netliğin netsizlikler üzerinden pencere açması, biz netlik peşinde koşanların mahçuplaşmasına, üzülmesine veyahut da sevinmesine sebep olmaktadır. Bahsi geçen bu tümce yığının demek istediği fikriyat; gerçeğin gerçeksizler üzerinden inşaa olma durumudur. Ya da; biz ötekilerin genel ile uyumsuzluğunun ortaya çıkmasıdır...

Demem odur ki; Net bir duruş içindeki azınlık kümeleri ve fikir zikriyatındakiler, netsizlikler içinde yığınlaşan büyük-devasal küme üstü kümelerin berisinde değil ötesinde durmaktadır... Az ama Öz...

Anlayana gayri...

19 Haziran 2007 Salı

Eski Tüfeklere Selamlar

Deplasenin eski tüfeklerini burada görmek güzel. Nicelikle nitelik arasındaki ilişkinin ters orantılılığı hepimizin malumu. Umarım nicelikten çok niteliği gözeten bir platform olur burası. Bayağılığın, sıradanlığın meşrulaşmasıyla büyüyen, tolerans ile her kaba sığma durumunun, ilkesizliğin karıştırıldığı platformların hali pür melalinden de hepimiz haberdarız. Hayırlı, uğurlu olsun.

18 Haziran 2007 Pazartesi

Gençlerbirliği taraf oluşumu Alkaralar'ın yoğun eylem trafiği...










sayı azdır ama şerefsizce değil...




--
"Satılık taraftar!“ Türk futbolunda her geçen gün şaşırtıcı gelişmeler yaşanıyor. Kayserispor'un futbolcularını satmayacağını bilboard kiralayarak duyurmaya çalışmasının ardından Gençlerbirliği taraftarları da "Satılık taraftar" ilanı verdi.Hürriyet Gazetesi'nin Ankara ekine ilan veren Gençlerbirliği taraftarları, "SATILIK TARAFTAR" başlıklı ilanda, "Türkiye Futbol Federasyonu'ndan ödüllü, Bedava bilet istemez, Başarıya tapmaz, Olay çıkarmaz, Küfür etmez" diyerek kendilerini tanımlarken, ilanın altında yer alan, "Gençlerbirliği' ne ait sportif değerlerden kopmuş olan ve demokratik kurumsal işleyiş ilkelerini reddederek camiamızı kamuoyu nezdinde de küçük düşüren yönetim anlayışını kınıyoruz" ifadeleriyle, Gençlerbirliği kulüp yönetimini bu ilanla kamuoyuna şikayet etmiş oldular."



--







"Gençlerbirliği taraftarlarından yönetime tepki Gençlerbirliği taraftar gruplarından Alkaralar, Gençlerbirliği yönetimini son 2 yılda yaşananlardan dolayı protesto etti.



İlhan Cavcav Tesisleri'nin önüne gelen Alkaralar grubuna mensup taraftarlar, Gençlerbirliği yönetimi aleyhinde tezahüratta bulundu ve bir basın açıklaması yaptı. Alkaralar grubu adına basın açıklamasını okuyan Umut Kuruç, artık bıçağın kemiğe dayandığını ve çok geç olmadan son 2 yılda Gençlerbirliği Kulübü'nü kaplayan zihniyetin ortadan kalkmasını istediklerini söyledi. Yapılan açıklamada, son 2 yılda kulüp yönetiminin Gençlerbirliği sevgisi ve saygısından uzaklaştığı ifade edilirken; Kırmızı-siyahlı kulübün, kurumsallaşma, demokratik yönetim anlayışı, sportif değerlere, insana ve vefa duygusuna sahip çıkılması gibi duyguları kaybetmeye başladığı ifade edildi. Son 2 yılda yapılan antrenör değişikliklerinde izlenen yolu ve satılan futbolcu transferlerini protesto eden grup, kulübün artık tek hedefinin kasasındaki parayı korumak ve bu parayı arttırmak olduğunu belirtti. Alkaralar'ın yaptığı açıklama, şu şekilde devam etti: "Gençlerbirliğimiz, kurumsallaşmaktan kopmuş, yönetim anlayışı muz cumhuriyeti düzeyine indirilmiş, pervasızlık alışkanlık haline gelmiştir. Bugün, artık Gençlerbirliği sevgisi yerine parayı ön plana çıkaran, kurumsallaşmayı hedefleyen demokratik bir yönetim yerine 'Davul da tokmak da benim elimde' diyen, birlik yerine bölünmeyi esas alan, yetiştirdiği değerleri reddeden bir zihniyet tek hakimdir. Bizler, Gençlerbirliği'ne yürekten bağlı taraftarlar olarak, Gençlerbirliği'nin Gençlerbirlikliler tarafından yönetilmesini istiyoruz. Bu camiayı hiçe sayanlar tarafından değil. Gençlerbirliği tacir zihniyetiyle yönetilemez. Gençlerbirliği anlayışında esas olan, güzel futbol, Gençlerbirliği sevgisi, demokratik yönetim ve kurumsallaşmış uzun ömürlü birlikteliktir. Gençlerbirliği'nin skora ve paraya dönük başarıları değil, futbol, disiplin ve centilmenliği bünyesinde barındıran bir spor anlayışının egemen olduğu sportif başarıları hedeflemesi gerekmektedir. Gençlerbirliği'nin yaşam damarları tıkanmıştır. Bir kurum gibi değil, ciddiyetten tamamen uzak, çiftlik gibi yönetilen Gençlerbirliğimiz bu zihniyete layık değildir. 84 yıllık bir gelenek, böylesi bir anlayışla bütün kamuoyu önünde küçük düşürülmektedir. Yozlaşma hızla büyümektedir. Bizler, bu renklere gönül vermiş olan ve takımımızın gençek sahipleri olarak Gençlerbirliği dostlarını bu zihniyete karşı birlikte mücadele etmeye çağırıyoruz. Çok geç olmadan". Grup daha sonra olaysız bir şekilde dağıldı. Kaynak : www.milliyet.com.tr "



--







küçük bir azınlığın başkaldırısıdır..

iki ezelinin -sensiz asla-sız reaksiyonları



yeni midir eski midir bilemeyeceğim; ancak alkaralar'da buldum bu blog sayfasının adını; http://ankarafootball.blogspot.com/

ingilizce bir site, tabii ki anlamsı zgelen bir ton tümce yığını ancak yine de insanı başka bir ÖTEKİ hale sokan reaksiyon birikimi.. tipolojileri değiştiren ucubemsi duruş sergisi.. yığınsal bir arguman romanı gibi kahırsız ve dostça..

ilginç velasıl değil mi..

ama bir o kadar da güzel..

YAŞASIN MEMLEKET TAKIMLARI...

17 Haziran 2007 Pazar


17 Haziran 2007 yine bir "Babalar Günü". Bu sezon tarifi imkansız acılarla boğuşan, antrenman sahası ve çocuk parkı arasında mekik dokuyan bir futbol emekçisi Deniz Barış'ı kulübü Fenerbahçe unutmamış giriş sayfasına taşımış...
Helal olsun "Vefa"nın bir bozacı'dan ibaret olmadığını bilenlere...Bir destek de bizden...

BABALAR, GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN!

16 Haziran 2007 Cumartesi

redeplase'nin deplasecileri


o bir kopya değil, hele ki alıntı hiç değil...
sadece DEPLASE... Gerçek DEPLASE...
-ReDeplase-