29 Haziran 2007 Cuma

Aklı Mahalle Maçlarında Kalmış Büyümemiş Çocuklara...

Ziya Adnan'ın Alkaralar'da yayımlanan yazısından alınmıştır...
----------------------------------------

Aklı Mahalle Maçlarında Kalmış Büyümemiş Çocuklara …

Hani herkes arkadaş hani oyunlar sürerken kimse bize ihanet etmemiş biz kimseyi aldatmamışken hani biz kimseye küsmemiş hani hiç kimse ölmemişken eskidendi cok eskidendi … Murathan Mungan Çocukluk günleri hiç geçmez, büyümemiş çocuklardan, velhasıl çocukluk hikayeleri de. Her fırsatta, “Eskiden, çok eskiden…” diye başlayan tozlu hikayelerini anlatırlar birbirlerine, hiç unutmadıkları. Her büyümemiş çocuğun belleğine kazınmış, asla silinmeyecek bir çocukluk fotoğrafı, siyah beyaz. Şimdiki çocuklar kadar hızlı büyümemiş, şimdi ki çocuklar kadar hızlı kirlenmemiş, şimdi ki çocuklar kadar herşeyi çarçabuk eskitmemiş, çokbilmemiş, unutmamış. Büyümemiş çocuklar hep anlatırlar. Onların, hep anlatılmayı bekleyen, içlerinde bir yerlerde kalmış neşeli hikayeleri vardır. Şimdi, hayatın neresinde olurlarsa olsunlar, akılları tozlu arsalarda, mahalle maçlarında, Japon kalelerde, ‘atan alırlar’ da kalmış, büyümemiş çocuklar; bu yazı onlara … Bu yazı Umut Sokağı çocuklarına … *** O büyümemiş çocuklar gibi, benim hikayem de çok eskide başlar. Televizyonların hala siyah beyaz olduğu, parlak yıldızların altına kurulmuş, çakıl taşlı bahçeli açık hava sinemalarında, Ayhan Işık, Türkan Şoray, Sadri Alışık, Vahi Öz filmlerinin oynadığı, Gırgır dergisinin yok sattığı, Avanak Avni'nin, ‘Yavlum Mithat’ın maceralarına, Zihni Sinir’in projelerine herkesin güldüğü yıllarda. Oğuz Aral’ın aramızda olduğu, mütevazi zamanlarda. Gençliğin, Ses dergisi,Hayatspor okuduğu, erkeklerin küpe takmadığı, herkesin komşusunu tanıdığı, bayramlarda büyüklerin elini öptüğümüz, TRT-1’de ‘Arkası Yarınları’, ‘Radyo Tiyatrosunu’ dinlediğimiz, taş plaklarda Zeki Müren şarkılarının çalındığı yıllarda. Futbol sahalarında, Göztepe’nin, Altınordu’nun, Eskişehirspor’un, Vefa’nın, PTT’nin Hacettepe’nin adından söz ettirdiği, hepimizin futbol sahalarında Metin Oktay, Cemil Turan, Aliosman Renklibay ve hatta Pele, Gerd Müller olduğu, şimdi çok eskide kalmış, bir varmış bir yokmuşlarda … Mahallelerin günümüzde ki gibi araba istilasına uğramadığı, beton binaların, güvenlikli sitelerin mantar misali yerden bitmediği, internet kafe, dershane kavramının bilinmediği, ne evimizde, ne cebimizde telefonun olmadığı. Boş arsalarda yaz-kış futbol oynadığımız, evlerimizde ki çerçevelerin arsalar kadar boş olduğu yıllarda. Oyunların sürdüğü, herkesin arkadaş olduğu,henüz kimsenin ölmediği … *** Mahalle maçlarımız vardı bizim, okuldan çıkınca koşarak soluğu aldığımız. Mahalle maçlarımız, Hatice’nin değil, neticenin önemli olduğu. Binbir güçlükle biriktirilmiş paralarla, mahalle bakkalından alınmış, iki plastik top, biri yırtılmış, diğeri içine geçirilmiş, rüzgardan uçmasın diye. Kimbilir, belki de top iyi zıplasın diye, hangi çocuk akıl etmişse. Kaybeden takımın, diğerine gazoz ısmarladığı, bazen de karperli. kaşarlı ekmek. Sonra, geçen zaman içinde, hiçbir şey o gazoz ve karperli ekmek kadar tat vermedi hayatta, nedense… Taştan kaleler, adımlayarak ölçtüğümüz, kimsenin kaleci olmak istemediği. Kanayan dizlerimiz, maçın en heyecanlı yerinde, balkondan bizi eve çağıran annemiz. Mahalle takımımız Malaspor’umuz. Bir de aşağı mahalle, en büyük rakibimiz, kavga bahanemiz. Yıldız oyuncular, her takımda mutlaka bir tane. Takım kaptanımız, içimizde en yetenekli olanı. Formalarımız, fanilalardan yapılmış, arkasında ki numaralar ayakkabı boyası ile yazılı. Ne formaya reklam, ne de şimdi ki garip sırt numaraları, yalnızca onbire kadar. Bizden büyük abilerimiz, bize taktik veren, topa nasıl vurulur gösteren, iyi futbolcu olmanın inceliklerini anlatan… Üç korner bir penaltı sayılır, topun sahibi çocuk mutlaka bir takımda oynardı. Pek yetenekli olması gerekmezdi. Yeni gelen, oyuna girmek için kaptandan izin alır, saat tutulmaz, yerine “beşte devre - onda biter” kuralı uygulanır, atılan her gole, karşı takım mutlaka, ama mutlaka itiraz ederdi. Kaleci, topu üç kere sektirince, rakip takım açılırdı… Giren gole penaltı, kaleden kaleye, bel hizasından yukarıya gol olmazdı. Maçın son dakikalarında, skor ne olursa olsun, ‘atan alırdı’. Penaltı atarken abanmak ayıp sayılır, duvardan ve kaleden kaleye gol olmazdı. Penaltı dediğin, ‘teknik’ atılırdı. Mutlaka, maçın en güzel yerinde, bir büyük ‘abi’ sahaya damlar, bir kaç varyete’den sonra topu dağa taşa yollar, oyunun neşesine turp sıkardı… Ve o dakikaya kadar çuval dolusu gol yiyen kaleci, onca golden sonra, ‘Tamam olum, artık esas kaleciliğimi göstercem…” derdi. İnanırdık… *** Çocukluk günleri hiç geçmez, hiç büyümemiş çocuklardan, velhasıl çocukluk hikayeleri de… Bizim gazozuna mahalle maçlarımız, top oynadığımız arsalarımız, her daim yaralı dizlerimiz, açık hava sinemalarımız, arkası yarınlarımız, Pazar pikniklerimiz, kıymetini ancak büyüdükten sonra anlayacağımız sokağımız, o sokakta arkadaşlarımız, büyüklerimiz vardı… Peki ya sizin, şimdi sizin neyiniz var çocuklar ? Ziya Adnan

Hiç yorum yok: