29 Haziran 2007 Cuma
Aklı Mahalle Maçlarında Kalmış Büyümemiş Çocuklara...
----------------------------------------
Aklı Mahalle Maçlarında Kalmış Büyümemiş Çocuklara …
Hani herkes arkadaş hani oyunlar sürerken kimse bize ihanet etmemiş biz kimseyi aldatmamışken hani biz kimseye küsmemiş hani hiç kimse ölmemişken eskidendi cok eskidendi … Murathan Mungan Çocukluk günleri hiç geçmez, büyümemiş çocuklardan, velhasıl çocukluk hikayeleri de. Her fırsatta, “Eskiden, çok eskiden…” diye başlayan tozlu hikayelerini anlatırlar birbirlerine, hiç unutmadıkları. Her büyümemiş çocuğun belleğine kazınmış, asla silinmeyecek bir çocukluk fotoğrafı, siyah beyaz. Şimdiki çocuklar kadar hızlı büyümemiş, şimdi ki çocuklar kadar hızlı kirlenmemiş, şimdi ki çocuklar kadar herşeyi çarçabuk eskitmemiş, çokbilmemiş, unutmamış. Büyümemiş çocuklar hep anlatırlar. Onların, hep anlatılmayı bekleyen, içlerinde bir yerlerde kalmış neşeli hikayeleri vardır. Şimdi, hayatın neresinde olurlarsa olsunlar, akılları tozlu arsalarda, mahalle maçlarında, Japon kalelerde, ‘atan alırlar’ da kalmış, büyümemiş çocuklar; bu yazı onlara … Bu yazı Umut Sokağı çocuklarına … *** O büyümemiş çocuklar gibi, benim hikayem de çok eskide başlar. Televizyonların hala siyah beyaz olduğu, parlak yıldızların altına kurulmuş, çakıl taşlı bahçeli açık hava sinemalarında, Ayhan Işık, Türkan Şoray, Sadri Alışık, Vahi Öz filmlerinin oynadığı, Gırgır dergisinin yok sattığı, Avanak Avni'nin, ‘Yavlum Mithat’ın maceralarına, Zihni Sinir’in projelerine herkesin güldüğü yıllarda. Oğuz Aral’ın aramızda olduğu, mütevazi zamanlarda. Gençliğin, Ses dergisi,Hayatspor okuduğu, erkeklerin küpe takmadığı, herkesin komşusunu tanıdığı, bayramlarda büyüklerin elini öptüğümüz, TRT-1’de ‘Arkası Yarınları’, ‘Radyo Tiyatrosunu’ dinlediğimiz, taş plaklarda Zeki Müren şarkılarının çalındığı yıllarda. Futbol sahalarında, Göztepe’nin, Altınordu’nun, Eskişehirspor’un, Vefa’nın, PTT’nin Hacettepe’nin adından söz ettirdiği, hepimizin futbol sahalarında Metin Oktay, Cemil Turan, Aliosman Renklibay ve hatta Pele, Gerd Müller olduğu, şimdi çok eskide kalmış, bir varmış bir yokmuşlarda … Mahallelerin günümüzde ki gibi araba istilasına uğramadığı, beton binaların, güvenlikli sitelerin mantar misali yerden bitmediği, internet kafe, dershane kavramının bilinmediği, ne evimizde, ne cebimizde telefonun olmadığı. Boş arsalarda yaz-kış futbol oynadığımız, evlerimizde ki çerçevelerin arsalar kadar boş olduğu yıllarda. Oyunların sürdüğü, herkesin arkadaş olduğu,henüz kimsenin ölmediği … *** Mahalle maçlarımız vardı bizim, okuldan çıkınca koşarak soluğu aldığımız. Mahalle maçlarımız, Hatice’nin değil, neticenin önemli olduğu. Binbir güçlükle biriktirilmiş paralarla, mahalle bakkalından alınmış, iki plastik top, biri yırtılmış, diğeri içine geçirilmiş, rüzgardan uçmasın diye. Kimbilir, belki de top iyi zıplasın diye, hangi çocuk akıl etmişse. Kaybeden takımın, diğerine gazoz ısmarladığı, bazen de karperli. kaşarlı ekmek. Sonra, geçen zaman içinde, hiçbir şey o gazoz ve karperli ekmek kadar tat vermedi hayatta, nedense… Taştan kaleler, adımlayarak ölçtüğümüz, kimsenin kaleci olmak istemediği. Kanayan dizlerimiz, maçın en heyecanlı yerinde, balkondan bizi eve çağıran annemiz. Mahalle takımımız Malaspor’umuz. Bir de aşağı mahalle, en büyük rakibimiz, kavga bahanemiz. Yıldız oyuncular, her takımda mutlaka bir tane. Takım kaptanımız, içimizde en yetenekli olanı. Formalarımız, fanilalardan yapılmış, arkasında ki numaralar ayakkabı boyası ile yazılı. Ne formaya reklam, ne de şimdi ki garip sırt numaraları, yalnızca onbire kadar. Bizden büyük abilerimiz, bize taktik veren, topa nasıl vurulur gösteren, iyi futbolcu olmanın inceliklerini anlatan… Üç korner bir penaltı sayılır, topun sahibi çocuk mutlaka bir takımda oynardı. Pek yetenekli olması gerekmezdi. Yeni gelen, oyuna girmek için kaptandan izin alır, saat tutulmaz, yerine “beşte devre - onda biter” kuralı uygulanır, atılan her gole, karşı takım mutlaka, ama mutlaka itiraz ederdi. Kaleci, topu üç kere sektirince, rakip takım açılırdı… Giren gole penaltı, kaleden kaleye, bel hizasından yukarıya gol olmazdı. Maçın son dakikalarında, skor ne olursa olsun, ‘atan alırdı’. Penaltı atarken abanmak ayıp sayılır, duvardan ve kaleden kaleye gol olmazdı. Penaltı dediğin, ‘teknik’ atılırdı. Mutlaka, maçın en güzel yerinde, bir büyük ‘abi’ sahaya damlar, bir kaç varyete’den sonra topu dağa taşa yollar, oyunun neşesine turp sıkardı… Ve o dakikaya kadar çuval dolusu gol yiyen kaleci, onca golden sonra, ‘Tamam olum, artık esas kaleciliğimi göstercem…” derdi. İnanırdık… *** Çocukluk günleri hiç geçmez, hiç büyümemiş çocuklardan, velhasıl çocukluk hikayeleri de… Bizim gazozuna mahalle maçlarımız, top oynadığımız arsalarımız, her daim yaralı dizlerimiz, açık hava sinemalarımız, arkası yarınlarımız, Pazar pikniklerimiz, kıymetini ancak büyüdükten sonra anlayacağımız sokağımız, o sokakta arkadaşlarımız, büyüklerimiz vardı… Peki ya sizin, şimdi sizin neyiniz var çocuklar ? Ziya Adnan
Kentleştirilmesine izin verilmeyen mahsun bir anadolulu İstanbul çocuğu
Yaşam alanında ilkleşen bir yaşam süreci. doğulan ve gelişilen bir alan... küçük ya da büyük... sıkışık kent olgusu... darmadağın ve inşaa olmamış kent kültürü...
doğduğunda çıplak ayaklarını bastığın o mahsun toprağın senin kanına hücum edeceğini nerden bilebilisin ki... ya da sana senin komşu çocuklarının bileneceğini...
verilmeyen kentlilik ve alınmayan kültür... ve taşınmayan sosyal miras... sanırım mahsunların mazlumane adsız kimliklerinin betimlemesi bu olsa gerek!!!
yabancılaşan birey ve topluluk gelişiminin nacizane nezdinde olayı irdelersek, sanırım yegane gerçek de bu olsa gerek; "Kültür, acizane bir lütuf değildir ki verilsin... Eşek gibi almayı bileceksin!.." Alınmayan ya da alınamayan kent kültürü, kendinden sonra gelenlere boş bir sığlık bırakmaktan başka bir şey yapmayacaktır... Kültür, yaşam alanlarımızı keşfetmekten çok onları yaşayabilmekle özdeşik bir gerçekliktir... ondan gayri, kentsiz ve kültürsüz şehir romantiklerinin yegane sığınağı soluk aldıkları başkalaştıran başka diyarların nacizaneden yoksun kültürleri olacaktır...
Kültürsüzleşmemek adına; kent kültürünün bilinçlenmesi salığıyla...
28 Haziran 2007 Perşembe
26 Haziran 2007 Salı
Hrant'ı katledenlerin halet-i ruhiyesi
26/06/2007 (2634 kişi okudu)
Sözünü ettiğim 'Türkçü siteler'de şu tür sloganlara sık sık rastlıyorsunuz: 'Milletlerin kardeşliği değil, Türklerin üstünlüğü!' Milliyetçiliğin böyle bir üstünlük gütme davasından arınmasının çok zor olduğunu, birtakım bireyler böyle inceltilmiş bir milliyetçi ideolojiyle yaşasa bile, kitlesel ideolojide bu gibi özlemlerin giderilemeyeceği sık sık söylenmiştir. Şüphesiz buna rağmen, bunun pekâlâ mümkün olduğunu savunanlar da vardır (kendileri de fazla inanmasalar bile). Çünkü biraz 'ölçü' bilenleri, bu davanın kamufle edilmiş olarak kalması gerektiğini de öğrenmişler. Ama 'Merhaba ırkdaşım' diye lafa başlayanların 'ölçü' filan dinlediği yok. Bunun iyi tarafı da işin harbi olması, gizlisinin saklısının kalmaması. Yani 'Türklerin üstünlüğü'... Bütün bu 'üstünlük' iddialarının, millet veya ırk düzeyinde ya da sözgelişi Nietszche'de olduğu gibi birey düzeyinde olsun, bir ezilmişlik ve altta kalmışlık kompleksinin sonucu olduğu çok söylenmiştir. Bunun böyle bir temelden kaynaklanan bir tavır olduğunun anlaşılması veya kanıtlanması da, uzun boylu sofistike psikolojik açıklamalar gerektiren bir şey değil. Konuşana bakınca anlaşılıyor. İddia sahibi, Yasin Hayal gibi, 'Efsane geri geldi' falan yollu, kendi için slogan üreten, her fırsatta şiddete başvuran (ama risk büyüyünce de başkasını işe gönderen) birileri. Sınırsız bir 'üstünlük' özlemi var, kendisi için. Ama bunun gerçekleşme yolu ne? Ne yapacak da, bu adam, üstün olacak, üstünlüğünü kabul ettirecek? Futbol oynayarak mı? Daha birkaç sokak kavgasında adam döverek mi? Bunlar hepsi başarıldığında, bir küçük kasaba çöplüğünün horozu olmanın ötesinde bir 'üstünlük' elde ediyor mu? Ama 'Türk' üstünse, Yasin de üstün, geçen gün aktardığım, durumu 'kan dökmek', 'etnik temizlik günü beklemek' ve benzeri letafet olan bütün bu zevat de üstün. 'Nesep' itibarıyla üstün olacaklar. Bu iş bu şekilde gerçekleştiğine göre, onlar da, ırkları da, Shakespeare gibi tragedya, Dostoyevski gibi roman yazmak zorunda değiller. Kant gibi felsefe yapmaları, Bach gibi konçerto yazmaları, Caruso gibi şarkı söylemeleri gerekmiyor. Bu isimleri bilmeleri bile gerekmiyor. Hatta, marifetleri, bilmemek. İşte, çocuk milliyetçi olmuş, milliyetçilik adına köfteci bombalamış, ayaktaşını gönderip Ermeni öldürtmüş, sadece bu zaten iyi bildiği ve iyi becerdiği işleri yaparak 'üstün' olduğunu kanıtlamış, ülkesinin Nobel kazanmış yazarına 'Akıllı ol, akıllı!' diye bağırıyor. Ve tabii o yazara, onun gibi başkalarına mahkeme kapısında bağıran bir başka 'üstün' Türk'ün denginin içinden bomba kutusu çıkıyor -üç eksiğiyle. Sonra, tabii, bütün bu 'üstün Türkler'in 'üst'leri var. Onlar bu kadar ayak altında, ortalıkta olmamalı, görünmemeli hesapça; ama 'Memleket elimizden gidiyor' korkusunun yarattığı telaşe içinde her şey çığırından çıkmış, onlar da sık sık 'görülür' veya 'işitilir' oluyorlar, bir fotoğrafın içinde beliriveriyorlar. Irkçılık, günümüzde, bu nihai biçimini aldı. Birilerine lazım, onun için pompalanıyor, yeniden üretiliyor. Avrupa Birliği'ne, yani demokratikleşmeye karşı, 'aşağıdan-yukarıya', sivil direniş örgütleyeceğiz ya, işte onun için bize böyle ateş gibi, yiğit bir gençlik lazım.Murat Belge
26/06/2007 (2634 kişi okudu)
Sözünü ettiğim 'Türkçü siteler'de şu tür sloganlara sık sık rastlıyorsunuz: 'Milletlerin kardeşliği değil, Türklerin üstünlüğü!' Milliyetçiliğin böyle bir üstünlük gütme davasından arınmasının çok zor olduğunu, birtakım bireyler böyle inceltilmiş bir milliyetçi ideolojiyle yaşasa bile, kitlesel ideolojide bu gibi özlemlerin giderilemeyeceği sık sık söylenmiştir. Şüphesiz buna rağmen, bunun pekâlâ mümkün olduğunu savunanlar da vardır (kendileri de fazla inanmasalar bile). Çünkü biraz 'ölçü' bilenleri, bu davanın kamufle edilmiş olarak kalması gerektiğini de öğrenmişler. Ama 'Merhaba ırkdaşım' diye lafa başlayanların 'ölçü' filan dinlediği yok. Bunun iyi tarafı da işin harbi olması, gizlisinin saklısının kalmaması. Yani 'Türklerin üstünlüğü'... Bütün bu 'üstünlük' iddialarının, millet veya ırk düzeyinde ya da sözgelişi Nietszche'de olduğu gibi birey düzeyinde olsun, bir ezilmişlik ve altta kalmışlık kompleksinin sonucu olduğu çok söylenmiştir. Bunun böyle bir temelden kaynaklanan bir tavır olduğunun anlaşılması veya kanıtlanması da, uzun boylu sofistike psikolojik açıklamalar gerektiren bir şey değil. Konuşana bakınca anlaşılıyor. İddia sahibi, Yasin Hayal gibi, 'Efsane geri geldi' falan yollu, kendi için slogan üreten, her fırsatta şiddete başvuran (ama risk büyüyünce de başkasını işe gönderen) birileri. Sınırsız bir 'üstünlük' özlemi var, kendisi için. Ama bunun gerçekleşme yolu ne? Ne yapacak da, bu adam, üstün olacak, üstünlüğünü kabul ettirecek? Futbol oynayarak mı? Daha birkaç sokak kavgasında adam döverek mi? Bunlar hepsi başarıldığında, bir küçük kasaba çöplüğünün horozu olmanın ötesinde bir 'üstünlük' elde ediyor mu? Ama 'Türk' üstünse, Yasin de üstün, geçen gün aktardığım, durumu 'kan dökmek', 'etnik temizlik günü beklemek' ve benzeri letafet olan bütün bu zevat de üstün. 'Nesep' itibarıyla üstün olacaklar. Bu iş bu şekilde gerçekleştiğine göre, onlar da, ırkları da, Shakespeare gibi tragedya, Dostoyevski gibi roman yazmak zorunda değiller. Kant gibi felsefe yapmaları, Bach gibi konçerto yazmaları, Caruso gibi şarkı söylemeleri gerekmiyor. Bu isimleri bilmeleri bile gerekmiyor. Hatta, marifetleri, bilmemek. İşte, çocuk milliyetçi olmuş, milliyetçilik adına köfteci bombalamış, ayaktaşını gönderip Ermeni öldürtmüş, sadece bu zaten iyi bildiği ve iyi becerdiği işleri yaparak 'üstün' olduğunu kanıtlamış, ülkesinin Nobel kazanmış yazarına 'Akıllı ol, akıllı!' diye bağırıyor. Ve tabii o yazara, onun gibi başkalarına mahkeme kapısında bağıran bir başka 'üstün' Türk'ün denginin içinden bomba kutusu çıkıyor -üç eksiğiyle. Sonra, tabii, bütün bu 'üstün Türkler'in 'üst'leri var. Onlar bu kadar ayak altında, ortalıkta olmamalı, görünmemeli hesapça; ama 'Memleket elimizden gidiyor' korkusunun yarattığı telaşe içinde her şey çığırından çıkmış, onlar da sık sık 'görülür' veya 'işitilir' oluyorlar, bir fotoğrafın içinde beliriveriyorlar. Irkçılık, günümüzde, bu nihai biçimini aldı. Birilerine lazım, onun için pompalanıyor, yeniden üretiliyor. Avrupa Birliği'ne, yani demokratikleşmeye karşı, 'aşağıdan-yukarıya', sivil direniş örgütleyeceğiz ya, işte onun için bize böyle ateş gibi, yiğit bir gençlik lazım.
25 Haziran 2007 Pazartesi
24 Haziran 2007 Pazar
Futbol ve Deplase -uzaktaki tren çalgıcıları-
Felsefeyi futbol lugatında terminolojileştirenler ile, futbolu gereksizlikler betimlemesinde hücumlaştıranlar arasında sonsuz bir fark vardır. bu fark, hem düşünsel hem de yaşamsal pratiklerle doğrudan ayırt edilebilecek biçimde gözlemlenebilmektedir. bu ayırt edici koşulları objektif bağlamda görmek isteyenler zaten bu farkı doğal nezdinde rahatlıkla görebileceklerdir.
futbol yaşamı içinde bir düşün zenginliğini ifade eden DEPLASE olgusu, bir duruştan ziyade düşün özgünlüğünü, bir vuruştan ziyade altyapı tekniğini, bir saldırıdan ziyade savunmayı ön plana koyar. farkın gerçek yüzü bu örneklemde iyi kötü ifade edilebilmektedir.
deplase gerçeğinin yaşam serüveni içinde renklenmesi onun insan ve topluluk üzerinde nasıl bir şekilde algılanmasıyla alakalıdır.
deplase; " "Yerini değiştirmek" anlamında deplase etmek ve "yeri değişmek" anlamında deplase olmak anlamında geçer*." sözlük ifadesindeki deplasenin gerçek çerçevesi ötekiliği ifade eder. öteki olmak azımsanmayacak kadar değerli ve farklıdır. bazılarına göre şerefli bazılarına göre de onurlu bir gerçektir. deplasenin bazılarımızca kendi çekimimizdeki algısı ise başlı başına olayın pratik yüzünü ya da fiziki hanesini ifade eder. genelde de algı toplumsal futbol gerçeğinde bu şekildedir. ancak, deplase olgusunun bu anlamda fakirleştirilmesi başlıbaşına hata olacaktır. futbol ve deplase bileşiminin gerçek yüzü; futbolu düşün gerçekliğiyle zenginleştirip yer değiştirmektir.
deplase gerçeğinin futbol üzerindeki felsefi argosu tarafımca bu şekilde anlamlandırılmaktadır. deplase asla deplasman değildir. deplase sadece ama sadece deplasedir.
filoloji bazında da farklılık kendini göstermektedir. deplase, bir sıfat olarak kullanılırken deplasman ise, isim olarak kullanılmaktadır. ancak, bizim sığ yığınımızın algısı deplaseyi sadece fiziki boyutta deglare ettiği için deplase gerçeği de bu şekilde fıkaralaştırılmaktadır.
*-> Türk Dil kurumu İnternet Süzlüğü
Netleşen Netsizlikler Üzerine
taşıyabilmektedir.
"NET" lik kavramının insan beklentilerinde sonsuz bir duruşu ve argümanı vardır. Ancak beklentinin net hâl alabilmesi için -malum- bazı netsizliklerin de bertaraf edilebilmesi gerekmektedir. İşte bu arguman yığınsallığındaki netliğin netsizlikler üzerinden pencere açması, biz netlik peşinde koşanların mahçuplaşmasına, üzülmesine veyahut da sevinmesine sebep olmaktadır. Bahsi geçen bu tümce yığının demek istediği fikriyat; gerçeğin gerçeksizler üzerinden inşaa olma durumudur. Ya da; biz ötekilerin genel ile uyumsuzluğunun ortaya çıkmasıdır...
Demem odur ki; Net bir duruş içindeki azınlık kümeleri ve fikir zikriyatındakiler, netsizlikler içinde yığınlaşan büyük-devasal küme üstü kümelerin berisinde değil ötesinde durmaktadır... Az ama Öz...
Anlayana gayri...
19 Haziran 2007 Salı
Eski Tüfeklere Selamlar
18 Haziran 2007 Pazartesi
Gençlerbirliği taraf oluşumu Alkaralar'ın yoğun eylem trafiği...
--
iki ezelinin -sensiz asla-sız reaksiyonları
yeni midir eski midir bilemeyeceğim; ancak alkaralar'da buldum bu blog sayfasının adını; http://ankarafootball.blogspot.com/
ingilizce bir site, tabii ki anlamsı zgelen bir ton tümce yığını ancak yine de insanı başka bir ÖTEKİ hale sokan reaksiyon birikimi.. tipolojileri değiştiren ucubemsi duruş sergisi.. yığınsal bir arguman romanı gibi kahırsız ve dostça..
ilginç velasıl değil mi..
ama bir o kadar da güzel..
YAŞASIN MEMLEKET TAKIMLARI...
17 Haziran 2007 Pazar
17 Haziran 2007 yine bir "Babalar Günü". Bu sezon tarifi imkansız acılarla boğuşan, antrenman sahası ve çocuk parkı arasında mekik dokuyan bir futbol emekçisi Deniz Barış'ı kulübü Fenerbahçe unutmamış giriş sayfasına taşımış...
Helal olsun "Vefa"nın bir bozacı'dan ibaret olmadığını bilenlere...Bir destek de bizden...
BABALAR, GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN!
16 Haziran 2007 Cumartesi
ReDeplase FANzişleri...
dogma teorisyenlerinin alışageldik nadalarının kulak çınlatması gibidir belki de bizim ilk heyecan milli atılımlarımız... hatırlarım da deplaseci mata bey'in fanzişi çıkarma serüvenindeki ilk milli mücadelelerini...
hatırlarım, ilke ilk olma heyecanıyla duygu selinin zirvesinde ayakları denize bandırma misallerimizi.. iyiydi-hoştu velasıl...
zaman daralmalarının yanı sıra, ardışık olarak ard arda dizilen yobazingoların futbolu çarşaflaştırma serüvenlerini de bu daralma penceresinin içinden izledik katil-i zamanlarda... hoştur, dosttur ayaklarının serüven olduğu ayların veyahutta yılın aşkına yine de selam olsun güzel dokunuşlarımızdaki klavye ve futbol aşkına...
futbolu internet üzerinde koşturan bizlerin derin mi derin bi açlığı söz konusuymuş(?) illa benimkini tutacaksın sendromu.. peki bu işin legalize olmuş tarafını deglare edersek, kim işten keyif alacak kim işten bi muzdarip olacak..
sanırım fazlaca popülist bir duruş sergisi oldu benimkisi.. ya da fazlaca dogma şehir anarşi romantizmi.. neyse yine de güzeldi bazı şeyler.. güzel olmasını bilmeye inat bilenenlerle..
futbolu kendi içimizde deglare etmeye teşebbüslenirken ısrarla, kendimizden geçiyorduk; kimliklerimizin ve köklerimizin masaya vurulması için.. kısmet ya fırsat oldu ya da olmadı.. ama sonuç yine eski zihniyetin eski tasa işemesi oldu.. neyse... can sağolsun.. canana aşkolsun..
bu da böylesine...
öyle bir şey işte..
gerçek deplase sevgisine.
ReDeplase'ye!!!!!!!!!!!
-bir dahakine .,;!.. siz fanziş tebessümlerine... inşallah... :)
"Seks yapabildiğiniz yerde spor da yapabilirsiniz"
13 Haziran 2007 Çarşamba
Olur mu ilaç sine-i sad pareme?
“Gençler deplase olunuz!” çağrınıza uyduk, daralan savunmalara karşı boşluklar bulup deplase koşular yapmak üzere katıldık ekibe. Bazen bizzat koşarak, bazen ise muz ortalarımla ceza alanını döverek katkımızı yapalım karınca kararınca…
Saklambaç oyunundan sıkılanlar için gayet ekonomik ve kullanışlı bir yöntem önerim olacak n/acizane…
Yönetim derhal Acun Ilıcalı’yı arayarak; “Gençler Teknik Direktörünü Arıyor” isimli bir yarışma sipariş etsinler. Profesyonel, amatör demeden isteyen herkes başvursun, ön eleme Championship Manager serilerinden bir oyun üzerinde yapılabilir mesela. Neyse efendim elemeyi geçenler bir evde toplansın bir yandan teknik direktörlük eğitiminden geçsinler ( dersleri tabii ki sayın başkan versin ne de olsa “Anadolu takımlarını çalıştıracak kadar bilgi birikimine sahip” bir insan kendisi) bir yandan Gençlerbirliği altyapısından takımları çalıştırsınlar sahada kapışsınlar. Her hafta yapılacak maçları TV kanalları naklen yayınlasın, jüri de olsun muhakkak. Erman’dır, Ahmet Çakar’dır, Rıdvan’dır vs. kurtlar konseyi tadında jüri oluştursunlar; polemikler iddiaları kovalasın. Çakar her hafta bir adaya “senden değil teknik direktör, traktör bile olmaz desin”…Takdir smslerle yüce Türk milletine bırakılsın, gelen TD adayları semtçilik , şehircilik yapsın, oy toplasın. Fakir klübümüze TV yayınları, sms payları, reklam girdileri, forma satışları ile para gelsin…Haaa bu arada kazanan adayla sözleşme imzalansın. Sayın başkan sözleşmeyi feshetmeyeceğine dair noter tasdikli belge imzalasın…
Kulağa gerçekçi gelmiyor değil mi? Peki tamam ama; şu andan itibaren kulübün anlaşabileceği TD adaylarını düşününce mantıklı da gelmiyor mu?